28 Nisan 2016 Perşembe

Zafere Giden Yol -Bir Ergin Ataman Analizi-


    Ön not: "Futbol Tabirleri", adı üstünde, bir futbol blogu. Ancak, başarıda sınır tanımayan şampiyon Koç bu blogun naçiz sınırlarını kolaylıkla ve kendiliğinden deldi!
     
     Ergin Ataman, bir röportajında basketbol felsefesini şöyle açıklıyor: "savunmaya ağırlık vermek, boyalı alandan kolay basket yememek, kimi zaman hızlı oyuna çıkmak ama çoğunlukla alanı iyi paylaşarak ikili, üçlü oyunlarla basket bulmak ve her durumda sahada en verimli beşi tutmak." Bu prensipler bir sır değil aslında, muhtemelen çaylak bir koça da sorulsa benzer bir cevap alınır. Ergin Ataman’ın olağanüstü başarılarının şifresi nedir o halde? En başta, müthiş önsezisi ile zihninde kurduğu en doğru oyunu her şart ve ahvalde kuvveden fiile çıkartabilme yetisi herhalde. Sıra dışı özellikleri arasında her türlü maliyet kısıtlamalarına uyum sağlayarak yepyeni takımlar kurabilme melekesini de sayabiliriz, kültürel menşeleri çok farklı, egoları birbiriyle aşık atan genç karakterlerden ortak motivasyon yaratabilme becerisini de. Ayrıca, öyle görünüyor ki, Ataman’ın takımlarında ego sorunu yaratarak takım oyununu bozan oyuncu pek olamıyor, olursa da son Joey Dorsey örneğinde olduğu üzere, kendisini takımın dışında buluyor!

     Fotoğraflarında ve TV röportajlarında gözleri çoğu zaman yukarıya doğru bakıyor; vücut dili yüksek öz güveninin tam bir tezahürü. Oyuncularına ve taraftara da sirayet eden bu öz güven en zor maçlarda, en sıkıntılı anlarda dahi "Ergin Ataman bir şeyler yapar!" hissini ve güvencesini yayabiliyor tüm çevresine. Basında övgü kadar eleştiri de var onun hakkında, hepsi de ahlaki eleştiriler, sanki her şey düzgün, herkes kusursuz, bir tek Ergin Ataman aykırı! Onun alt edilemez başarıları ve ezici öz güveni çileden çıkartıyor olmalı eleştirmenleri ve rakip taraftarları. Teknik, stratejik ve taktik yönden nesini eleştireceksin? O zaman, yazarsın sütun sütun; bir Tofaş maçının son dakikalarında amiyane basketbol jargonuyla “ 'koyduk mu?' molası“ almış, hiç etik olmamış! 10 sayı fark attığı bir Fener maçından sonra “eze eze yendik!” demek spor ahlakına uygun düşmezmiş, Fener camiasına ayıp etmiş! Fasa fiso!
     Ergin Ataman basketbolla tanıştığı günden itibaren her yerde, her zaman başarılı. Efes Pilsen'de Aydın Örs’ün yardımcılığıyla adım atıyor mesleğe: sonuç Koraç Kupası. Sonra, o zamanki adıyla “Türk Telekom PTT” deki ilk baş antrenörlüğünde ligde final oynayıp Cumhurbaşkanlığı Kupasını alıyor kariyer siftahı olarak! Ardından çok başarılı başlayan Karşıyaka serüveni Efes Pilsen’in cazip teklifi ile yarım kalıyor; iyi ki de öyle oluyor çünkü Efes Pilsen' ile "Euroleague"'de "Final Four" oynayarak Türkiye için bir ilki başarmış oluyor. Baş döndüren bir sürat. Hızlı yükselen, hızlı düşer çoğu zaman, ama o hiç düşmüyor, hep yükseliyor. Ya İtalya başarılarına ne demeli? Kimilerininki gibi sonu hüsranla biten bir saman alevi değil asla. Siena ile Saporta Kupası, "Final Four" ve Avrupa üçüncülüğü. Ülker ile şampiyonluğa ramak kalmışken paparazzilerin hışmına uğruyor ve soluğu  yine İtalya‘da (bu kez Bologna) alıyor. Ülkeye kesin dönüş sonrası Beşiktaş'a aralarında "EuroChallenge" de olan üç kupalı bir sezonla gelmiş geçmiş en iyi dönemini yaşatan da o. Gelelim henüz Galatasaraylıların çoskuyla kutlamaya devam ettikleri son "Eurocup" zaferine. Camiaya, hem de  başarıya şiddetle ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, böyle bir zafer duygusu yaşatmanın kelimelerle ifade edilebilecek karşılığını bulmak zor. 23 yıl sonra lig şampiyonluğuna ulaştıran koç olarak camiada el üstünde tutulmayı çoktan hak etmişti zaten; eh, bunun üzerine yeni kurulmuş mütevazi sayılabilecek bir kadroyla  bu muhteşem zafer de gelince, adını "son imparator" olarak kazımış oldu Galatasaray tarihine ve Galatasaraylıların gönüllerine. 
    Yanlış anlama olmasın, “bu kadar başarılı olduğuna göre her davranışı mazur görülmeli” iddiasında değilim elbette. Misal, genç oyuncusu Göktürk Ural’a attığı tokatla (ve daha sonra bunun gizli kalması gerektiği gibi garip bir savunma ile), ya da Kızılyıldız maçından sonraki gereksiz çıkışıyla çanak tutmuşluğu da var bu eleştirilere, ama ondan efsane dizi Beyaz Gölge’nin her davranış ve söyleminden ahlaki kıssadan hisse fışkıran “Koç Reeves”’i olmasını beklemek de abes; o eğrisiyle doğrusuyla, kimi zaman muhataplarını afallatan dobra söz ve davranışlarıyla Ergin Ataman! Oyuncularına kızdığında mola alıp hiç taktik vermeden "bench"te oturmuşluğu da var, aynı anda beş oyuncu birden değiştirdiği de. Aslında ileriye yönelik olarak takımına verdiği dolaylı mesajlar bunlar: “beni fazla kızdırmayın, sözümden de hiç çıkmayın!.” kabilinden  Bu tarz sıra dışı mesajlardan yönetimler de nasibini alır ara sıra, ”sabrımı taşırmayın, gerekirse giderim!” benzeri “tweet”lerle! Son dönemdeki en etkili mesajı, Abdi İpekçi'deki Gran Canaria yarı final ilk maçından önceki sürpriz “hedef her top için savaşarak 21 farkı yakalamak!" söylemi oldu. Bu beklenmedik işaret tüm muhatap paydaşları şaşırttı ve o sayede takımı hep istim üstünde kaldı maç boyu; fark 15’i aştığında dahi hiç gevşeme olmadı. Mesajların her biri yönetim ve iletişim bilimleri için birer "vaka çalışması" adeta! 
    Ergin Ataman değerinin fazlasıyla farkında olan ve öz güveni tavan yapmış çok güçlü ve özel bir lider. Onu ısrarla “sevecen ve nazik bir sevgi insanı“ kıvamında görmek isteyenler, hatta daha ileri gidip davranış eleştirisi üzerinden koçluğunu sorgulamaya çalışanlar beyhude çabalarını sürdürebilirler; ancak görünen o ki, zafere giden yolda bu tarz eleştiriler hiç umurunda değil. Onun tek hedefi var, o da ilkleri başarmayı sürdürerek yepyeni kupalar kazanmak.
E.Ülgen 28.04.2016
 dipnot:  Ergin Ataman çok daha derinlikli ve kapsamlı analizleri (hatta hakkında yazılacak bir kitabı) hak ediyor; o görev de profesyonel spor ediplerine ve basketbol uzmanlarına düşüyor elbet.
Yazarın diğer yazıları:
Müstesna Bir Kaptan- Cüneyt Tanman- O yancı olamaz!- 9 Nisan 2016
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/mustesna-bir-kaptan-cuneyt-tanman-o-bir.html?m=1

Kaleciler- Sahaların yalnız ve tedirgin panterleri – 9 Nisan 2016
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/kaleciler-sahalarn-yalnz-ve-tedirgin.html?m=1

Sabri “Reyiz”den vazgeçilemez- 8 Nisan 2016
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016 04/sabri-reyizden-vazgecilemez.html?m=1

Taraftar ve futbolsever olmak- “açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan” – 8 Nisan 2016

9 Nisan 2016 Cumartesi

-Müstesna Bir Kaptan- Cüneyt Tanman -O yancı olamaz-


                               
                    
 1   7 Haziran 1987 günü oynanan sezonun son hafta maçında Galatasaray Eskişehirspor’u 2-1 yenmiş ve taraftarın topluca “14 senelik bu çile / bitsin artık bu sene!” feveranıyla dile getirdiği dayanılmaz şampiyonluk hasretini sona erdirmişti. Ali Sami Yen Stadı’nda  toplanan on binler maç başlamadan saatler öncesinden itibaren müthiş bir çoşku seline kapılarak, “seni sevmeyen ölsün” ve “sen şampiyon olacaksın” nakaratları ile desibel rekorlarını zorlamaktaydı. Ama daha iş bitmeden zuhur eden bu zaferden emin olma hali takım üzerindeki baskıyı iyice arttırmıştı. Yenilecek bir golün bir sezonluk emekleri heba edip şampiyonluk hasretini 15. seneye taşıyacağı  o yüksek tansiyonlu oyunda, eğer Cüneyt Tanman gibi bir “sakin güç” ve takımına hakim bir gerçek lider olmasaydı (ve o lider takımını yönetmekle kalmayıp, maçın son dakikalarında golle burun buruna gelen Eskişehir santraforu Ahmet Kılıç’ın önüne sakatlanma pahasına atlamasaydı) tribünleri dolduran 30 bine yakın taraftar, etkisi yıllarca silinmeyecek büyük bir hayal kırıklığı ve yıkım yaşayabilirdi. Cüneyt Tanman o günden beri “uğurlu kaptan” olarak tescillenmiştir Galatasaraylıların gönüllerinde. Ama bu yazıda da anlatılacağı üzere, onun Galatasaray’a katkıları “uğurlu” olmanın çok ötesindedir.
  2   Cüneyt, 1974 yılında Yeşilyurt Çınar Otel’in yanındaki sahada top koştururken beğenilip geldi Galatasaray’a. Daha 18 yaşında 3 yıl üst üste şampiyon olmuş bir ekibin efsane futbolcuları arasında buldu aniden kendini; B. Mehmet’ler, Tuncay’lar, Metin Kurt’larla birlikteydi artık. 1975-76 sezonunda deneyim kazanması için Giresun’a gönderildi. Çocuk sayılabilecek bir yaşta ailesinden ayrılıp gittiği bu Karadeniz şehrinde geçirdiği sezonu çok iyi değerlendirdi. Tam 24 lig maçında oynadı Giresun’da. O yıl Galatasaray İstanbul’da Giresunspor’a 3-1 yenildi, deplasmanda ise 1-1 berabere kaldı. Her iki maçta da Cüneyt sahadaydı, 19 yaşındaki Yeşilköylü genç profesyonelliğini kanıtlamıştı herkese. Ertesi sezon Galatasaray’a döndü ve futbolu bıraktığı 1990-91 sezonunun sonuna kadar Galatasaray’dan başkası hiç giremedi onun futbol yaşamına.
3      Cüneyt Tanman, Türk futbolunun balçık devrinden çim devrine geçiş yaptığı, şerefli (!) ama çoğunlukla ezik mağlubiyetlerin yerini yavaş yavaş özgüvenli mücadelelere bıraktığı değişim kuşağının sahadaki en önemli aktörlerindedir. 8-0 lık İngiltere hezimetlerinin acısını, kulübede de olsa, derinden hissedenler arasında yer almış, buna mukabil bir Türk takımının Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasında ilk defa ulaştığı yarı final mertebesinde kaptan olarak baş rolde yer almanın gururunu da yaşamıştır.
 4     Cüneyt Tanman her pozisyonda oynayabilen, oyunu okuma, kademe ve alan yaratma/ daraltma melekeleri üst düzeyde olan nadir futbolculardandı. Onun düz ama etkili futbol stili, 70’li yıllarda Dünya futbol rekabetinde tahakküm kuran Hollanda menşeli total futbolun kriterlerine çok uygundu. (Arie Haan ya da Johan Neeskens’ten fazla eksiği yoktu bence, ama onlar Hollanda’da doğmuştu, o ise Türkiye’de!) Çalışkan bir orta saha oyuncusu olarak başladığı futbol hayatı boyunca bek pozisyonunda da oynamıştır, golcü bir santrafor olarak da yer almıştır. 1985-86’da  Jupp Derwall’in liderliğindeki namağlup ikincilik sezonunda attığı 11 golle, o sezon takımın en golcü futbolcusu olmuştur. Kaptan bir röportajında o başarılı sezonu anlatırken bakın nasıl bir tevazu dersi veriyor tüm futbol megalomanlarına:
 O yıl da (1985-86) orta saha oynuyordum. Ama hava toplarına iyi çıkma özelliğimden dolayı santrafor olarak da kullanıyorlardı beni. Çok ilginç maçlar olmuştu. Direkten dönüyordu top ben tamamlıyordum falan. Diğer arkadaşlarıma alan yaratmak, rakip defansı bozmak için santrfor oynatılıyordum bazen ama hiçbir zaman net bir santrfor olmadım. İhtiyaçtan santrfordum. İki maç oynayıp sonra eski yerime dönüyordum”.
Golcülük faslını kapatmadan önce, Cüneyt Tanman’ın bir Türk takımının futbol tarihi boyunca sadece bir kez ulaşabildiği Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finalinde atabildiği tek golün sahibi olarak da kayıtlara geçtiğini de hatırlatalım. Galatasaray’ın Steau Bükreş ile 1989 yılının 19 Nisan günü İstanbul’da oynadığı maçta Cevad Prekazi’nin 30 metreden gönderdiği frikik füzesi üst direkten dönmüş, hemen orada biten Kaptan sol ayağı ile kalecinin solundaki alt köşeye yollayarak Türk futbol tarihindeki yerini almıştı.
5     Cüneyt Tanman futbolunun olgunluk yıllarında stoper pozisyonuna yerleşti. Yüksek toplara hakimiyeti, özellikle pozisyon alma becerisi ve büyük deneyimi ile hem Galatasaray’ın, hem de 17 kez yer alıp, 9 kez kaptanlık yaptığı milli takımda savunmanın göbeğinde tam bir emniyet sübabı oldu.
  6    Cüneyt Tanman Galatasaray’da takım kaptanlığı yaptığı son 6 sezonunda sert ve otoriter kaptanlık anlayışını yıktı. Hiçbir takım arkadaşına karşı asla “zalim çavuş” görüntüsü vermedi. Kaptanlık dönemiyle ilgili olarak bir maç sırasında kaleci Hayrettin’e yumruk attığına dair söylenti dilden dile dolaşır hep, ama o işin aslı farklıdır. 1990-91 sezonunda 2-0 önde giden bir Aydınspor maçının son dakikalarında kaptana çarpan bir topun gol olması sonrası gelmiş geçmiş en vesveseli kaleci olarak anılan Hayrettin sürekli olarak “ne yaptın kaptan, avuta giden topa niye atladın” diye sızlanır. Aradan birkaç pozisyon geçtikten sonra hala “ ne yaptın abi, neden kendi kalene gol attın?” gibilerinden ısrarlı ve tuhaf yakınmalarına devam eder. Sonunda Kaptan dayanamaz ve Hayrettin’i kendine getirebilmek üzere eliyle yüzüne hafifçe dokunur. TV ekranlarında sağ kroşe gibi görünse de pozisyonun aslı budur ve zaten ertesi gün bu anlamsız davranışı için özür dileyen de Hayrettin olmuştur. Cüneyt Tanman‘ın doğası, kökleri Baba Hakkı’lara dayanan “hem severim, hem döverim” tarzındaki ataerkil kaptanlığı benimsemeye hiç uygun değildi. O hiçbir zaman “baba” diye anılmamış, “imparatore” olarak da çağrılmamıştır, çünkü asla tahakküm heveslisi olmamış, tam aksine, takım arkadaşlarına yol gösteren, onların işini kolaylaştırmaya çalışan ve kimseye bağırıp çağırmadan herkesin saygısını kazanan demokratik bir liderlik resmi vermiştir hep.
 7     Galatasaray’da 400’den fazla resmi maçta oynayıp, hiç kırmızı kart görmeyen tek futbolcudur Cüneyt. Centilmenliğin saha içi ve saha dışı davranışların bir bileşkesi olduğunu kanıtlamış, “oyun içinde biraz agresif, ama saha dışında çok iyi çocuktur” safsatasıyla sahada yapılan her türlü pisliği mazur göstermeye çalışan anlayışı boşa çıkarmıştır. Orta saha ve defansta oynamasına rağmen pozisyon icabı aynı maçta görülmüş iki sarı kartla dahi hiç tanışmamış olması sadece centilmenlikle izah edilemez tabii ki. “Taçsız Kral” Metin Oktay’ı bile saha dışına gönderebilmiş olan hakemlerin ona bir ayrıcalık tanımaları da söz konusu olamayacağına göre, bu inanılmaz sportmenlik rekorunu açıklayabilmek için doğru zamanda doğru pozisyon alma ve özellikle olağanüstü kişisel disiplin ve dikkat yetilerini de öne çıkartmak gerekiyor herhalde.


  8    Cüneyt Tanman 23 Mayıs 2015 tarihindeki seçimli kongrede uzun süredir ayrı kaldığı kulübüne hizmet vermeye aday olduğunda, efsanevi geçmişi, futbol bilgisi, deneyimi ve duruşuyla üyelere büyük güven telkin etmiş ve seçim sonuçlarını etkilemişti. Ancak, birkaç ay içinde “ ben yancı olmam!” çıkışıyla, belki kimilerine göre “biraz sivri ve amiyane”, ama özünde cesur ve onurlu bir gerekçeyle yönetimden ayrılmak zorunda kalması camia için şaşırtıcı ve üzücü oldu. Cüneyt Kaptan’ın zaferlerle dolu seyir defterine yeni başarı sayfalarının eklenmesini beklerken ortaya çıkan bu çatışma hali hayal kırıklığı yarattı doğal olarak, ancak bu keskin itirazın dolaylı bir yararı da olabilir kulübe; belki de bu tavizsiz tavır ve onurlu başkaldırı futbol endüstrisinin bugünkü boyutuyla pek de uyumlu olmayan “bizde başkan ne derse o olur” paradigmasının tartışılması ve daha rasyonel ve demokratik bir zemine oturtulması yolunda ilk adımı oluşturur kulüp ve camia bünyesinde. Her halükârda, Cüneyt Tanman “14 senelik çile”yi bitiren müstesna takımın müstesna kaptanıdır ve kadim Galatasaraylıların zihinlerinde edindiği ayrıcalıklı yerini hiç tartışmasız daima koruyacaktır.
E.Ülgen 30.10.2015

Yazarın diğer yazıları:
Kaleciler- Sahaların yalnız ve tedirgin panterleri – 9 Nisan 2016
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/kaleciler-sahalarn-yalnz-ve-tedirgin.html?m=1 
Sabri “Reyiz”den vazgeçilemez- 8 Nisan 2016
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/sabri-reyizden-vazgecilemez.html?m=1
Taraftar ve futbolsever olmak- “açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan” – 8 Nisan 2016
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/taraftar-ve-futbolsever-olmak.html?m=1








Kaleciler - Sahaların Yalnız ve Tedirgin Panterleri -


    


    Tam 150 penaltı kurtarmış, 270 maçta gol yememiş, kalecilik mesleğini kale çizgisine yapışıp kalma tabusundan kurtarıp ceza sahasının topyekün hakimiyetine taşımış bir devrimciyi anarak başlayalım analizimize; Lev İvanovich Yashin’in bazı tarihi maçlarını videodan izlerken, “bu uçan dev sahalarda haksız rekabet yaratıyormuş!” duygusuna kapılmamak mümkün değil.[1] Simsiyah bir kıyafete bürünmüş iri ve upuzun kollu bir gövde, olağanüstü bir çeviklik ile birleşip rakip forvetlere korku ve ümitsizlik salan dev bir “kara örümcek” haline dönüşüyor. Sahibi olduğu bu lakap cuk oturuyor doğrusu! Bir diğer efsane isim ise Gordon Banks; 1970  Dünya Kupasında Pele’nin kafa vuruşuna yaptığı inanılmaz hamle ile futbol tarihine doğa üstü bir enstantane kazandıran, “safe as the banks of england” etiketinin muhatabı sarı kazaklı Panter...  Yüzyılın kurtarışı sayılan bu tarihi pozisyonu defalarca izledim videoda; Pele vuruş için topa yükselirken kalenin diğer köşesinde (sol kenarda) yakalanan Banks topun sağa ve yere çakılacağını öngörerek o noktaya hızla yönelip muhteşem bir çeviklikle Pele’nin kafa vuruşu ile eş zamanlı bir noktasal dalış (“plongeon”) yapıyor ve topla yerde ve köşede inanılmaz bir buluşma sağlayarak golü önlüyor; enfes bir refleks (reaksiyon sürati)[2] örneği; pozisyon öngörüsü, zamanlama, hız ve çeviklik de cabası. [3]Kurtarışından sonra Banks sıradan bir görevi ifa etmişçesine hiçbir sevinç ve kibir gösterisi yapmıyor, hiçbir takım arkadaşının takdirine mazhar olmuyor, ama ödülünü tarih veriyor ona, “yüzyılın kurtarışı” ünvanıyla.  O kadar ki, Pele şöyle demek zorunda kalıyor yıllar sonra: “Futbol yaşamımda 1000 gol attım, ama hala atamadığımla (Banks’in kurtarışıyla) anılıyorum!”
    “Kaleciler doğuştan mı çılgındır, yoksa kalecilik mi onları çıldırtır?” sorusu abartılı bir ifade elbette, ama kalecilerin diğerlerinden daha saldırgan oldukları da bir gerçek. Çoğu zaman yüz ifadelerinden okunabilen bu gerilim, aniden ve sudan sebeplerle serbest kalıverir oyun sırasında; kimi zaman rakip forvetler, kimi zaman hakem, ama gariptir, çoğunlukla takım arkadaşları nasibini alır bu öfke boşalmalarından.  Bruce Grobbelaar’ın, Jens Lehman’ın, Toni Schumacher’in, Oliver Kahn’ın  ve tabii ki Volkan Demirel’in tehlikeli çılgınlıkları saymakla bitmez.  Ama benim “kaleci çılgınlığı” için favori sahnem Salvatore Soviero isimli bir Venedikli’ye ait. 2004 yılında Messina ile yaptıkları maçta kırmızı kart görüyor ve dere kenarında yirmi Bizanslı’yı kıstıran Malkoçoğlu misali rakip kulübeyi darmadağın ediyor tek başına; anlatılmaz, izlenir.[4] Bütün saldırganlıklarına rağmen, futbolun diğer paydaşları tarafından mazur görülmeyi hak edecek bir sürü gerekçeleri var kalecilerin; diğerleri gibi koşup enerji boşaltamıyorlar, 90 dakika boyunca bitmez tükenmez bir endişe yaşıyorlar, bir hata yapmaya görsünler kolay affedilmiyorlar ve en önemlisi kale arkası fanatiklerinin ailelerini de kapsayan iltifat nakaratları (!) ile oyun boyunca baş başa kalabiliyorlar; hoş görmek lazım onları...
     Kalecinin yalnızlığı ve kalesinde sürprizlere açık ve bazen çaresizce bekleyişi bazı yazar ve filozoflar için yaşama dair felsefi bir imge sayılacak kadar etkileyici olmuştur hep. Peter Handke “Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi” [5] adlı klasiğinde onun vuruş sırasındaki ruh hali ile tüm yaşama yayılmış bitmez tükenmez insani kaygıları özdeşleştirir. Kalecilik ile yaşam arasındaki anlam köprüsünün en veciz ifadesi, Cezayir’de üniversite takımında üst seviye kalecilik yapmış olan Albert Camus’e aittir: “-Top hiçbir zaman beklendiği yönden gelmiyor. Bu bana hayatta çok yardımcı oldu.”
      Kalecinin gözleri iletki, vücudu ise gönyedir. Doğru pozisyon almak için topla direklerin oluşturduğu üçgenin kenar ortayını çizer zihninde, ayrıca birçok pozisyonda forvetlerin vuruş açısını daraltması da hayati derecede önemlidir; üçgenlerle, açılarla uğraşır durur maç boyunca. Bu ölçme biçmeler Peter Handke’ye göre yaşam kaygılarını çağrıştıran tuhaf ve telaşlı hareketler yaptırır ona rakibin atakları sırasında. Handke’nin ifadesiyle: “rakip hücumu sırasında izleyici için top yerine kaleciye bakmak çok ilginçtir, çünkü elleri kalçalarında öne koşuşunu, arkaya koşuşunu, bir sola, bir sağa eğilip ileriye bakışını, beklere bağırışını görmeye değer.”  
     Havalanıp topu def ettikten sonra yere düşerken bile zihni karışıktır kalecinin, öncelikle sakatlanmamak için usturuplu bir yumuşak iniş sağlamalıdır, yere indikten sonra da işi bitmez, derhal hareketlenmeli, çevredeki herkesten daha hızlı olarak ikinci, üçüncü hamleleri de yapmalıdır. Ayrıca, sadece elleri değil, ayakları ve gövdesi de topla kale arasında bir bariyer olmak üzere eğitilmiş olmalıdır. Mal Peet, kaleciliğin kurgu romanı olarak nitelenebilecek “File Bekçisi”[6] adlı eserinde bu eğitimin ne denli zorlu süreç olduğunu hayali kahramanı El Gato (Kedi) isimli süper kalecinin sürükleyici ve heyecan dolu hikayesiyle ortaya koyar. Kaleci, vucudunun her santimetrekaresini oyuna cengaverce amade eden tek adamdır sahada.
     Rakip forvetlerin derin bir topla tüm defansı arkasına alıp bomboş ve cepheden kalesine doğru aktığı pozisyonlar kabullenilemez bir tehdit unsurudur kaleci için. Hiçbir ekip desteğinin kalmadığı o yapayalnız anda “panter” içgüdüsü devreye girer, gerekirse “vurup, kırıp, parçalayıp” o topu çalmalıdır. 1982 Dünya Kupası’nda Almanya Fransa yarı final maçında Toni Schumacher’in böyle bir pozisyonda Patrick Battiston’u, tüm dişlerini döküp birkaç kaburgasını kırarak, yere serdiği dramatik enstantane bu “kaleci vahşileşmesi”nin futbol tarihindeki en somut örneklerinden biridir. [7] Ne gariptir ki o gün hakem bu tarifsiz gaddarlığı “kalecinin doğası” ile  özdeşleştirip mazur görmüş olmalı ki, kart bile göstermemiş Schumacher’e!!!
     Futbol tarihinde adı anılacak süper kaleciler bu yazının başında haklarında takdir paragrafı açılan Lev Yashin ya da Gordon Banks’den ibaret değil tabii ki. Jose İribar’dan Sepp Maier’e, Peter Schmeichel’dan Oliver Kahn’a, İker Caillas’tan Gianluigi Buffon’a kadar isimlerini ve özelliklerini bu kısa yazıya sığdıramayacağımız nice olağanüstü niteliklere haiz “gol bekçisi” gelip geçmekte futbol sahnesinden. Bu süper kalecilerden Lev Yashin dışında hiçbirinin, olağanüstü beceri ve başarı hikayelerine rağmen, her yıl  “Dünya’nın en iyi futbolcusuna” verilen “Altın Top” ödülüne layık görülmemesi futbol dünyasında kaleciye bakış açısındaki süregelen ayrımcılığa işaret ediyor bir bakıma. Kaleci “oyunun dışında” görülmüştür hep; misal ne 4-4-2, 4-3-3, ne de diğer bir taktik kodlamasında esamesi okunmaz, rakamları topladığınızda hep 10 bulursunuz. İsmi “ayak topu” olan bir oyunda ayaklarını yeterince kullanmamaktan kaynaklanan bir dışlanmadır muhtemelen bu.  Ancak, futbol modernleşip hızlandıkça, yepyeni kurallar ve beklentiler onu giderek oyunla bütünleştiriyor; özellikle 1990’lardaki “geri pas kuralı” kalecinin ayaklarını diğerleri kadar iyi kullanmaya zorluyor. Yakın geçmişte Van der Saar, Fabio Barthez, Claudio Taffarel ve Oscar Cordoba’nın öncülük yaptığı top alışverişlerindeki etkinlik ve topu oyuna ayakla ve derinlemesine sokuş becerisi günümüzde Alman kaleci Manuel Neuer ile zirve yapmış durumda. 2014 Dünya Kupası’nda Cezayir ile oynadıkları maçta müthiş zamanlamalarla yaklaşık 20 kez ceza sahası dışına çıkıp topa ayak ya da kafayla sahip olarak oyun kuran Neuer artık takım taktiğinin bir parçası haline gelen bu özelliğiyle kaleciliği kalesinde top bekleyen “gol bekçisi”nin çok ötesine taşımış durumda; Messi’ye “topla benden daha iyi oynuyor” dedirten Barcelona’nın 23 yaşındaki Alman kalecisi Marc AndreTer Stegen’i de es geçemeyiz; o da Neuer’in izinden gidiyor, hatta birçok otoriteye göre boynuz kulağı geçmekte. 2014 Dünya Kupasında Van Gaal’in 3-5-2 sinin vazgeçilmezi, Hollanda’nın en pahalı futbolcusu ünvanına sahip Ajax’lı Jasper Cilessen’i de anmak lazım elbette ayak becerili proaktif kaleciler arasında. Görünen o ki, oyuna fazladan bir oyuncu ve ritim kazandıran yepyeni bir libero-kaleci stili hızla hakim olmakta yeni futbol düzenine. Sahaların “yalnız ve tedirgin panteri” dışlanmışlığını kırıyor, oyuna dahil oluyor; taktik formüllerinin “1+3-5-2” ya da  “1+4-3-3” olarak değiştirilmesinin zamanı geliyor artık!
E.Ülgen- 10.10.2015
         
    
    









[1] Lev Yashin The Legend / Youtube  https://www.youtube.com/watch?v=SNe0rBQcMRw

[2] Kaleci hocaları bu özelliğe refleks yerine reaksiyon sürati demeyi tercih ediyorlar; salt doğadan gelen bir özellik olmadığını, çalışarak geliştirilebildiğini vurgulamak için olsa gerek...

[3] Greatest Ever Goalkeeper Save Gordon Banks Save from Pele / Youtube https://www.youtube.com/watch?v=HNLam4RAbg8

[4] Soviero Contro Tutti / Youtube  https://www.youtube.com/watch?v=PVoxxaYh_MI

[5] Peter Handke(2012) “Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi”, Ayrıntı Yayınları
[6]  Mal Peet (2012) “File Bekçisi”, Tudem Yayınları
[7] Schumacher collision with Battiston 82 / Youtube https://www.youtube.com/watch?v=tGq7VcaHoqo

Yazarın diğer yazıları:



Sabri “Reyiz”den vazgeçilemez- 8 Nisan 2016
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/sabri-reyizden-vazgecilemez.html?m=1


Taraftar ve futbolsever olmak- “açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan” – 8 Nisan 2016
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/taraftar-ve-futbolsever-olmak.html?m=1

8 Nisan 2016 Cuma

- Sabri “Reyiz”den vazgeçilemez-

Sezon başında İtalyan Teknik Direktör selefinin raporuyla onu kadro dışı bırakıyor. Bir de pespaye gerekçe yapıştırıyor eylemine: “kılık kıyafeti ve göbeği (!) üst düzey bir futbolcuya yakışmıyor.” Cümle aleme duyurulan ve yalanlanmayan böyle bir aşağılanma karşısında aynı ortamda kalıp mücadeleye devam etmek kolay mı? Ama “Reyiz” bu! Müthiş bir inanç ve özgüvenle PAF takımda çalışmasını sürdürüyor, kendisini hazır tutuyor. Soranlara kadro dışı bırakılma nedenini bilmediğini ve yönetimden hiç kimsenin kendisiyle konuşmadığını söylüyor, ortalıkta dolaşan tüm aşağılayıcı rivayetlere aldırmadan. Sonra bir gün takıntılı İtalyan teknik direktör gönderiliyor ve her nasılsa “Reyiz”  “derbederlik ve göbekli olmak” suçlarından (!) beraat ederek takıma dönüyor. Bir dönüyor, pir dönüyor. Yerine alınanların hiçbirinin esamesi okunmuyor.
     Sabri “Reyiz” hiçbir zaman bir yıldız sayılmadı belki, ama GS armasına sonsuza dek yerleşen dördüncü yıldızın her beş köşesinin ortağı oldu tek başına, ondan başka beş şampiyonluk (2006, 2008, 2012, 2013 ve 2015) [hatta oynamasa da kadroda yer aldığı 2002’yi de sayarsak tam altı şampiyonluk] yaşamış başka futbolcu yok hâlihazırda ve hatta hatıralarda. Daha da önemlisi, o artık nesli tükenmekte son amigo/futbolculardan. Görünen o ki, taraftar ne hissediyorsa o da sahiden ve fazlasıyla aynı şeyleri hissediyor. Misal, diğer futbolcular araya girmese kendisinden en az 25 cm ve 30 kg fazlası olan GS tribünlerinin sevgilisi (!) kaleci Volkan’ı 2013 Mayıs’ındaki maçta hem de Fener’in sahasında neredeyse dövüyordu! Yine aynı maçta, Emre Belözoğlu’nun ümüğünü sıkarak TV başında maç seyreden taraftarlarının yüreğine su serpen de o! (amigo/futbolcunun fair-play anlayışının da bir sınırı olmalı zaten!) Sneijder gibi bir Dünya starının taraftara üçlü çektirmeye yeltenmesi de, Sabri’nin taraftarla bütünleşme ritueline özenmesi ile açıklanabilir ancak.
     “Reyiz”, 15 senedir Galatasaray A takımında. Ondan önce de 4 sene U21’de oynamış. A Takıma ilk alan Lucescu, daha sonra yerli yabancı tam 13 teknik direktörle çalışmış ve derbederliğine takan halef-selef İtalyanlar hariç hiçbiri ondan vazgeçememiş. 400 kusur resmi maçta yer almış. 44 kez A milli olmuş, diğer kategorileri de sayarsak milli olma sayısı 170!
    Futbol geyiklerinin mezesi, sosyal medyanın eğlence malzemesi “derme-çatma” bir futbolcu (hatta)
kimilerince “Galatasaray’da yeri olmayan bir meziyet yoksunu”  nasıl olur da bu denli büyük başarılara ve inanılmaz devamlılığa ulaşabilir? Neden ondan sadece “babası” Terim ya da “ağabeyi” Hagi değil, Rijkaard gibi duygularından arınmış üst düzey teknik adamlar dahi vazgeçemez? Bunun baş nedeni “Reyiz’in her zaman büyük sürprizlerin kaynağı olması sanırım. Orta diye gönderdiği toplar belki birçok kez anlamsız bir yörünge izliyor veya göz göre göre karşısındaki adamı hedefliyor, ama havada muz izi bırakarak tam gereken yere inip müthiş bir asist olunca da hiç yadırganmıyor. Şutları bazen dağlara taşlara gidebiliyor, ama köşeyi bulan şahane gol vuruşları (2009 Bordeaux maçındaki son dakika golü) ve hatta kullanmadığı sol ayağıyla bile müthiş goller atmışlığı da var (misal, bu sezon Sivas ile yapılan kupa maçı). Ritmi öngörülemeyen sürati ile beklenmedik anlarda, beklenmedik yerlerde, beklenmedik performanslar gösterebiliyor. Bu şekilde rakiplerinin tüm tedbirlerini allak bullak edip, taktiklerini boşa çıkarması onunla çalışan teknik direktörler için vazgeçilmez bir cazibe yaratıyor olmalı. İyi bir kademe ustası aynı zamanda, tabii eğer görev alanını meçhule devredip karşı kale civarında başka işlerle oyalanmıyorsa (misal, son  Fener maçında müsebbibi olduğu düşünülen Kuyt’un golü). Bazen müthiş bir özgüvenle serbest vuruş da atıyor. Trabzon 1461’le yapılan bir kupa maçında, kaleye nispeten uzak bir noktadan yapılacak serbest vuruş için topun başına geçmiş ve eliyle “iki” işareti yapmıştı, “iki numaralı atış”ın ne olduğunu merakla bekleyenler yükselen topun sahayı yanlamasına katedip geriye doğru falso alarak doğrudan taca yöneldiğini görünce gözlerine inanamamışlardı. Buna karşın, en gerekli zamanlarda içindeki cevher ortaya çıkabiliyor aniden. 2012-2013 sezonunda oynanan Bursa maçının son saniyelerinde orta çizginin gerisinden kaptığı topla hareket edip, sağ kanattan tüm yarı saha boyunca büyük bir süratle akmış, rakibinin sağından atıp solundan geçerek ve nihayet kalecinin üstünden müthiş bir aşırtma gol vuruşu yaparak adeta “Messi’leşmişti”. (Tüm bu sahnelerin görüntülerine Google/Youtube’ten kolaylıkla ulaşılabilinir).
Sabri Reyiz ile dalga geçilebilir ( “SaRbi” yazılı forma ile sahaya çıkıp, onu aşağılamaktan zevk duyanlara kendi eliyle [ya da malzemecinin oyununa gelerek] bulunmaz bir malzeme vermişliği de vardır), kaptanlığı elinden alınabilir, hatta kadro dışı da bırakılabilir, üstelik koca koca eski başkanlar fırsat buldukça ona atıp  tutabilir, ama aslolan  hiçbir zaman isminin çizilemediği, hep akıllarda ve son tahlilde takımda kaldığıdır. Ondan vazgeçilememe nedeni sadece tahmin edilemezliği ve sürpriz yaratabilme meziyeti değildir. O, disipliniyle, direşkenliğiyle, yenilgiyi asla kabul etmeyen amigo/futbolcu enerjisiyle ve her şeyden önemlisi yapılan tüm haksızlıklara ve aşağılamalara rağmen nasıl kaybetmediğini kimsenin anlayamadığı özgüveni ve motivasyonu ile de takıma müthiş katkı sağlar.
     Sabri ‘Reyiz’i dört yıldızlı şampiyonluk töreninde sevinç gösterilerinin içinde pek göremedik. Podyuma çıkarken istek üzerine taraftara meşhur üçlüsünü çektirdi ama hepsi o kadar! Hep geride ve kenarda kaldı. Bu direşken amigo/futbolcu  kupanın bir ucundan tutmasının en doğal hakkı olduğunu düşünüyordu herhalde. Ne yazık ki bandını  mesele etmeden devretmiş olduğu  kaptanı ve Trabzon grubunun başı çektiği diğer arkadaşları o kadar düşünceli değildi. Bursa’daki son kupa finalinde de buruktu, üstelik bu son maçta da aksilikler ve tuhaflıklar yine onu bulmaktan geri kalmadı. Sırtına atılan çakıya tepki gösterdi, hakem çakıya saygısızlıktan olsa gerek, sarı kart gösterdi! Birkaç pozisyonda konsantrasyonunu kaybedince, takım arkadaşı Brezilyalı “Pitbull” bile onu seçti üstüne yürüyüp şov yapmak için! Vurun “Reyiz”e!


     Galatasaray yönetimi ve özellikle Hamza hoca ile Cüneyt kaptan bence çok gerçekçi ve örnek bir karar aldı “Reyiz” ile yeni sözleşme imzalamakla. Ona sahip çıktı dosta düşmana karşı, emeğinin ve değerinin karşılığını verdi. Biraz fazla verdiyse de ne gam: yatana oturana para saçılan bu savurganlık ortamında “Reyiz”’e verilen mi gözümüze batacak?  Şimdi, yazılı, görsel ve sosyal  medya birleşmiş, takım içinde tüm sezon boyu yatarak büyük paralar kazananları ya da takıma  katkı sağlamak için kılını bile kıpırdatmayan nice futbol milyonerlerini göz ardı edip  onun sözleşmesi ile uğraşıyor, aklınca “dalga geçiyor” “Reyiz” üzerinden reyting sağlamak için. Onun bu takımın sembolü, ruhu, enerjisi, motoru olduğunu hiç düşünmeden. Vurun “Reyiz”e vurabildiğiniz kadar! Eminim, o her şeye rağmen yeni sezonda da vazgeçilmezliğini sürdürecek.
E.Ülgen, 20.06.2015

Yazarın diğer yazıları:
Taraftar ve futbolsever olmak- “açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan” – 8 Nisan 2016
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/taraftar-ve-futbolsever-olmak.html?m=1

Taraftar ve futbolsever olmak – “açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan”-

İngiliz roman ve deneme yazarı Nick Hornby, bir futbol ve taraftarlık başyapıtı olan “Futbol Ateşi” adlı kitabında 14 Eylül.1968 günü babası ile ilk kez gittiği Arsenal-Stoke City maçında penaltı golüyle galip gelen Arsenal’e, ömür boyu sürecek şekilde nasıl abayı yaktığını anlatır. Hornby, futbol aşkını şu cümlelerle ifade eder:”Sonraları kadınlara nasıl aşık olduysam, futbola da öyle aşık oldum: Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden”.[1]
Bu irrasyonel bağlılık benim için de aynen Hornby gibi babamla gittiğim ilk maçta, Galatasaray’ın zamanın devlerinden Macar şampiyonu Ferençvaroş önünde 4-0’lık bir zafer kazandığı 11 Eylül 1963[2] Çarşamba günü temel attı. (Nick Hornby ilk maçında 11 yaşındaymış, ben henüz 10 bile değildim).
O gün takımlar sahaya çıktıklarında duyduğum tarif edilemez heyecanı çok iyi hatırlıyorum. Pertev Tunaseli ve Halit Kıvanç’ın radyodan yaptıkları detaylı tasvirler ve gazetelerden kesip özel defterlerime yapıştırdığım fotoğraflar sayesinde tüm özelliklerini ezberlediğim ve zihnimde ikonlaştırdığım Galatasaraylı futbolcularla nihayet aynı ortamdaydım ve bunun müthiş sevincini yaşıyordum. Bugün, 50 yılı aşkın bir süre sonra bile, ad ve soyadlarıyla sayabilirim benim için mistik bir değere sahip olan o kadroyu.[3] Gazetelerden takip ettiğim Ferençvaroş’tan da Albert’i[4] merak ediyordum, bir de solaçıkları Dr. Feynvesi’ye gizli bir hayranlık duyuyordum. “-Hem futbolcu hem de doktor, bu ne müthiş bir adam” diye düşündüğümü gayet iyi hatırlıyorum.
Maçın ilk devresi Kral Metin’in golüyle 1-0 bitti. Golü maalesef hiç göremedim, herkes ayaktaydı, boyum yetmiyordu, ayrıca biz deniz tarafındaydık, gol gazhane tarafındaki kaleye olmuştu. İlk devrede hatırladığım diğer olay Albert’in sakatlanıp sahadan çıkması ve Ferençvaroş’un on kişi kalmasıydı.[5] Buna çok üzülmüştüm, demek ki ben fanatik değil, futbolsever bir taraftar olacaktım! İkinci devre fırtına gibi esti Galatasaray. Önce Bahri ve Tarık attı. Son golü ise penaltıdan Kral Metin...
Sonuçta, ilk deneyimimde Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasında Ferençvaroş gibi zamanın bir futbol devi önünde kazanılmış 4-0 lık bir zaferi stadyumda takımımla birlikte yaşamıştım. Maç sonunda 11 kahraman bulunduğum tribünün önüne gelip taraftarları (artık bizi diyebilirdim) selamladığında, ömür boyu dönüşü olmayacak biçimde iflah olmaz bir Galatasaray ve futbol tutkunu olmuştum.
Sonraları Ali Sami ve Emin Bülend Bey’lerin mektebinde amansız bir hastalığa dönüşecek bu bağlılığım, zaman içinde inişli çıkışlı dönemler geçirmiş olsa da, yarım asırdır sürüp gitmekte; Nick Hornby’nin ifadesiyle, “açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan”...
E.Ülgen, 01.08.2014






[1] Nick Hornby, “Futbol Ateşi” (“Fever Pitch”, tercüme eden Bağış Erten), Sel Yayıncılık, 2010, s.13
[2] Tarihe bakıldığında, maçın Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinin hukuki temelini oluşturan tarihi Ankara antlaşmasından bir gün önce oynandığı anlaşılıyor. Trajik bir tespit: aradan geçen 50 yılı aşkın sürede Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerindeki ilerleme  Galatasaray’ın Avrupa’da kat ettiği yolun oldukça gerisinde kaldı.
[3] turgay şeren, candemir berkman, ahmet berman, mustafa yürür, talat özkarslı, kadri aytaç, tarık kutver, ayhan elmastaşoğlu, bahri altıntabak, metin oktay, uğur köken
[4] Florian Albert, Şili’de yapılan 1962 Dünya Kupasında 4 golle gümüş ayakkabı almıştı. Tüm zamanları en zarif futbolcuları arasında kabul ediliyor.
[5] Henüz oyuncu değiştirme kuralı getirilmemişti. Sakatlık gibi zorunlu hallerde bile takımlar oyuna eksik sayıda oyuncu ile devam etmek zorundaydılar.