17 Ekim 2017 Salı

Hedef Tahtasından Şeref Kürsüsüne; Bir Igor Tudor Analizi

G.Saray’da oyun anlamında geçen seneden bu yana değişen hiçbir şey yok. Bu akşam tarihe kara bir leke olarak geçecek.Tudor G.Saray’ın büyüklüğünün farkında mı? Kendisinde bu büyük kulübü taşıyacak ağırlığı görüyor mu? İstifa etmeyi düşünmüyor mu? Eminim istifası G.Saray taraftarlarını çok sevindirecektir.
Igor Tudor'un basın toplantısında bir muhabirin soruları  
20 Temmuz 2017

      G.Saray'ın Ali Sami Yen TT Stadyumunda Östersunds FK ile berabere kalarak UEFA Avrupa Ligi'nden apar topar elendiği 20 Temmuz akşamı basın mensuplarının kaba ve kışkırtıcı sorularına muhatap olan Igor Tudor, nezaketini ve soğukkanlılığını koruyarak G.Saray’ın kadroya katılacak yeni oyuncularla birlikte bir ay içinde hazırlıklarını tamamlayıp mükemmel bir takım olacağını anlatmaya çalıştı toplantı boyunca. Salonda söylediklerini dinleyen olmadığı gibi, "masal anlatıyorsun!" diyecek kadar ileri gidenler vardı; henüz kimse farkında değildi, ama o akşam bir tükeniş değil tam tersine yepyeni bir başlangıçtı Igor Tudor ve G.Saray için.

Tudor basın toplantısında "masal (!)" anlatırken
      Igor Tudor'a destek verenler arasında da tereddüt yaşayanlar olmuştu o kriz döneminde. Östersunds FK maçının hazin sonucundan ziyade, Tudor’un Wesley Sneijder’e karşı görünürdeki "katı" tutumuydu bu tereddütü yaratan; “yıldızları yönetebilecek mi?” sorusu makul bir endişe yaratıyordu doğrusu; bu endişe, Başkan Dursun Özbek ve Yönetimini "üst akıl" avcılığı için "bilge adam" Mircea Lucescu’nun peşinden Romanya seferlerine çıkarmamış mıydı? Ama hepimizi yanılttı Tudor, aslında yıldızlarla alıp veremediği yoktu, tek hedefi iki sezondur başarısız olan bir kadroyu bütünüyle değiştirmekti; Wesley Sneijder de gitmeliydi, çünkü misyonunu yitiren bir kadronun sembol ismi yerini korursa hedeflenen değişim malul kalırdı. Daha da önemlisi, Wesley'in tarzı, onun genel oyun stratejisi ile uyumsuzdu. Bütün bunları çok değil, yaklaşık bir ay sonra hep birlikte anlayıp benimseyecektik.
     Östersunds FK maçının akşamı "G.Saray'ı taşıma gücü" sorguya çekilen Igor Tudor, henüz 21 yaşındayken Split’den Torino’ya taşınmış ve ilk gençlik yıllarından itibaren Juventus defansının ağır yükünü omuzlamayı başarmıştı. Çoğu futbolsever, David Trezeguet, Edgar Davids, Zinedine Zidane, Marcelo Salas, Alessandro del Piero, Gianluigi Buffon, Alessio Tacchinardi, Pavel Nedved, Gianluca Pessotto, Lilian Thuram gibi takım arkadaşlarının parıltılı isimlerinin yanında onun oyunculuğunu hatırlamıyor olabilir, ama hava toplarına hakimiyeti kadar pozisyon ve oyun bilgisi, taktik disiplin ve kazanma hırsı ile tam sekiz yıl boyunca Juventus’un ve Serie A’nın vazgeçilmez stoperleri arasına yazdırmıştı adını.

Igor Tudor Juventus formasıyla
      Önceki teknik direktörlük deneyiminin sadece Hajduk Split, PAOK ve Karabükspor‘dan ibaret olması "G.Saray’ın ağırlığını taşıyamayacağı" düşüncesine sevk ediyor olmalıydı o hadsiz soruların sahibi muhabiri, ama yanılıyordu, çünkü teknik direktörlükte tek başarı kriteri meslek öz geçmişinde bir "büyük takımın" bulunması değildi ki. Bu yolda başarının esası, evrensel bir futbol anlayışını, kendi değerleri, yaşam felsefesi, zihinsel gücü, enerjisi ve liderlik kapasitesi ile birlikte kuvveden fiile çıkartacak ışığı gösterebilmekti, illa üst seviye takımları çalıştırmış ve saçları kırlaşmış bir bilge olmak değil. O muhabir, hangi futbol kültürü ve liderlik sezgisiyle karar vermişti Tudor’da böyle bir ışık olmadığına? Yoksa Tudor’un Teknik Direktörlük temel eğitimini mi yetersiz görüyordu? Bu da yerinde bir tereddüt olamazdı, çünkü teknik direktörlük mesleği, Michels/Cruyff/Guardiola ya da Sacchi/ Ancelotti/Conte örneklerinde olduğu üzere, kuşaktan kuşağa  devredilen futbol anlayışlarıyla ve ekolleşen futbol felsefeleriyle hala bir usta-çırak ilişkisi değil miydi? Bu açıdan bakıldığında, Igor Tudor için Juventus okulundan ve sırasıyla Marcello Lippi, Fabio Capello ve Carlo Ancelotti gibi usta taktisyenlerin rahlesinden geçmek küçümsenecek bir eğitim sayılmazdı herhalde star teknik direktör olma yolunda.

Futbol dünyasına 14 teknik direktör hediye eden 2000-01 Juventus "Ustalar Akademisi": 1)-Tacchinardi, 2)-Zidane, 3)-Conte  4)- TUDOR, 5)-Inzaghi, 6)-Zambrotta, 7)-Davids, 8)-Montero, 9)-Ferrara, 10)-Pessotto, 11)- Rampulla, 12)-Zanchi, 13)-Athirson, 14)- Esnaider
     Tudor, önceki sezonun 21. haftasında G.Saray’da göreve getirildiğinde, iki sezondur istikrarsız sonuçlar alan takımın köklü bir değişime ihtiyacı olduğunu görmekte gecikmemişti; sezon ortasında fark yaratabilmenin en kestirme yolu sistem değişikliğinden geçiyordu. Takım arkadaşı ve usta taktisyen Antonio Conte’nin Chelsea’de büyük başarı kazandığı 3-5-2‘yi denemekle başladı işe. Formasyon değişikliğiyle hücumda etkili olurken aynı zamanda kolay gol yeme zafiyetine de çare bulabileceğini düşünmüş olmalıydı; ama yaşadığı hayal kırıklığı daha köklü çözümlere yöneltti onu. Oynatmak istediği oyunda, ne durumu kanıksamış tekdüze oyunculara, ne de kayıtsız şartsız özgürlüğe alışmış "tembel" 10 numaralara yer yoktu. Bunu açıkça beyan etmese de kararını vermişti: başta Wesley Sneijder olmak üzere bütün "eskimiş ağır toplar” gitmeli, tempo ve kazanma hırsını düstur edinmiş bir "Igor Tudor takımı" kurulmalıydı. 2017-18’inin yeni G.Saray’ı daha sezon bitmeden zihninde kurgulanmıştı.
     Sezon başındaki “Östersunds faciasından” sadece 24 gün sonra Kayserispor ile oynanan Süper Lig açılış maçı bir dönüm noktasıydı yeni G.Saray için. “Tudor istifa” teraneleriyle başlayan maç, coşkulu ve baskılı oyun ve mükemmel bir takım uyumu ile 4-1 kazanıldı. Takıma 3,5 haftada nasıl bir sihirli değneğin dokunduğunu kimse anlayamadı. Oysa Tudor için sürpriz değildi bu durum, çünkü neyi hedeflediğini ve bunun ne kadarını gerçekleştirdiğini gayet iyi biliyordu. Oynattığı oyun, Jurgen Klopp’un “Gegenpressing (counter-pressing)” planına benzer bir sistemdi. Baskı üçüncü bölgede topa en yakın oyuncu(lar) tarafından ve top kaybedildiği anda başlatılıyor, bu arada rakibin defans arkasına atacağı toplarla kesebileceği cezalara karşı her türlü defansif pozisyon önlemi alınıyordu. Kazanılan toplar, hazırlık paslarıyla hiç oyalanmadan süratle boş alanlarda pas almaya hazır şekilde mevzilenen hücumculara servis edilerek birkaç hamlede gole gitmeye çalışılıyordu. Fernando Reges, Badou N’Diaye ve Bafetimbi Gomis sistemin anahtar oyuncularıydı, onlarla birlikte tüm takım müthiş bir ahenk ve disiplin içinde eksiksiz ve estetik bir hucum zenginliği yaratıyordu. Hele, alışılmadık bir misyonla sol açığa yerleştirdiği önceki sezonun sıradan oyuncusu Tolga Ciğerci’nin, futbol ulemasının ağızlarını açık bırakan uyumu ve katkısı, bir Igor Tudor etkisi ve sezgisi değilse, neydi? Özellikle iç sahadakiler olmak üzere, takip eden maçlar gösterdi ki sistem yerleşiyor ve istikrarla uygulanıyordu. Beklenmedik şekilde hatasız ve verimli geçen transfer süreci başarının yolunu açmıştı elbet, ama en değerli kazanç bunca önemli ismin bu kadar kısa bir süre içerisinde Igor Tudor’un fiziksel güç ve devamlılık gerektiren oyununu uyumlu bir ekip ruhu ve tavizsiz bir taktiksel disiplin içinde uygulayabilmesiydi. Sonraki üç iç saha maçında 40.000’in altına inmedi seyirci sayısı. Taraftar mutluydu. Henüz Tudor’a üçlü çektirecek bir sevgi bağı oluşmamıştı belki, ama en azından istifa teraneleri çoktan rafa kalkmıştı.

Karşı-baskı oyununda oyuncuların bir dağılım enstantanesi
      Boğucu nem, berbat bir zemin ve milli aranın olumsuz etkisi gibi özel şartları havi 1-1’lik Antalyaspor maçını bir kenara bırakırsak, deplasmanları da farklı oyunlarla aşmasını bildi Tudor. 6. haftadaki Bursa deplasmanında 74. dakikada 2-1 mağlupken, hem de iyi oynamakta olan iki bekini birden çıkartıp, iki açık oyuncusu aldı ve 3-4-3’e döndü. Yorumculardaki genel ve ortak kanaat bu sefer aklını yitirmiş olduğuydu! Böyle durumlarda hep "çift santrafora" geçilirdi, iki taraflı çift açık da neyin nesiydi? Kimse Tudor’un zihninde Antonio Conte’nin ünlü  “half-space” uygulaması ile rakibi şaşırtıp sonuç almayı denemek olduğunu düşünmedi. Her iki kanatta içe kat etme özelliğine sahip ikişer oyuncu, rakip stoperleri “half- space“ olarak nitelenen stoper ile bek arasındaki dikey sağ iç ve sol iç koridorlarına çekecek ve bu şekilde savunma düzenini bozarak hem Bafetimbi Gomis'e hem de ceza sahasına girecek ekstra oyunculara orta bölgeden boş hücum ve şut alanları yaratacaktı.

Dikey koridorlar ve  "half-space" hattı.
Bu yeni oyun şekli zaten sendelemekte olan Bursaspor’un gardını iyice düşürdü. G.Saray maçı muhtemelen Tudor’un tam da zihninde planladığı şekilde Sofiane Feghouli ve Tolga Ciğerci'nin gole dönüşen şutlarıyla çevirdi. Oyuna müdahele etme yetisi sürekli sorgulanan Tudor, Paul Le Guen'in disiplinli takımını taktiksel bir manevra ile alt ettiğine göre, fena bir taktisyen de sayılmazdı galiba ve bu gidişle G.Saray’ın ağırlığını da taşıyabilecek miydi yoksa? Düşünceler değişiyordu sanki; “Östersunds trajedisinin” ertesindeki yakışıksız soruları seslendiren muhabiri pek gören veya duyan yoktu artık Tudor’un basın toplantılarında!
     8. haftadaki Konya deplasmanı, aynı Antalyaspor maçı gibi on günlük milli ara dönüşüne rastlamıştı ve takım Tudor’un istediği gibi hazırlanamamıştı doğal olarak. Maç başladığı andan itibaren, önde baskı ve topluca hücum yerine topa sahip olmaya dayanan temposu ayarlanmış bir oyun vardı bu kez sahada. Garry Rodriguez'in yerine oyuna dahil olan Selçuk İnan’ın da etkin katılımıyla 4-3-2-1’e dönen bu dengeli oyunda, takım hiç açık vermeden Bafetimbi Gomis’in olağanüstü gücü ve durdurulamaz golcülüğüyle maçı 2-0 kazanmasını bildi. Şampiyonluğa giden yolda, şartlar öyle gerektirdiğinde bu tarz sabırlı ve ekonomik oyunlara da ihtiyaç vardı. Her zaman ve her koşulda önde baskı uygulanamazdı ki! Bursa ve Konya deplasman zaferleri Igor Tudor’un B ve C planlarından yoksun olmayan bir futbol aklına sahip olduğunu gösterdi dosta düşmana.
     7. haftadaki 3-2 ‘lik Karabükspor maçının ayrı bir hikayesi vardı takım için. Tam 56 kere ceza sahasına girilip rekor kırılan ve sayısız golün kaçırıldığı, kazanma hırsının tavan yaptığı maçın son dakikalarında tuhaf bir hakem kararıyla gadre uğrayıp puan kaybetmeye ramak kalmışken, uzatmalardaki ısrarlı baskı sonucunda gelen Maicon Roque golü ve özellikle Igor Tudor’un sahanın ortasında oyuncularıyla içtenlikle sarmaş dolu olduğu maç sonu sahneleri belki de 5-0’lık bir galibiyetten bile daha değerliydi ekip ruhunu perçinlemek adına. Rakiplerin hakem hatalarından yakınıp sızlandığı bir dönemde, Tudor’un takımı bu kez sadece rakibini değil, 85. dakikada penaltı yaratan hakemi de yenmişti!

Teknik direktör oyuncu bütünleşmesi; Karabükspor maç sonu sahnesi
     20 Temmuz akşamı hedef tahtasına oturtulan Igor Tudor, 3 aydan kısa bir süre içerisinde her iki ezeli rakibine 8. haftada 8'er puan fark atarak şeref kürsüsüne yerleşti; çoğu daha birkaç ay önce Florya'da tanışmış olan oyunculardan kurulu yepyeni bir 11'in, etkili ve uyumlu bir oyun modelini tükenmeyen bir kazanma hırsı ile birleştirerek sahaya yansıtabilmesi, takdire şayan bir teknik direktör başarısı; üstelik, ülke sınırlarını aşıp L'Equipe dergisinin 7 Ekim sayısına kapak olacak kadar fiyakalı bir başarı bu.

L'Equipe 7 Ekim 2017 kapağı
     Igor Tudor, çalışkanlığıyla, enerjisiyle, konsantrasyonuyla, iş disipliniyle ve tüm oyuncuları ile kurduğu tatlı-sert iletişimle G.Saraylı paydaşlarına umut ışıkları saçıyor ufuktaki parlak günler için. Kim bilir, belki de isminin eski Yunanca'daki karşılığı olan Theo-doros’un (Tanrı-hediye) ifade ettiği gibi, G.Saray'a “Tanrı’nın bir hediyesidir” o!

Ertuğrul Ülgen - 17 Ekim 2017 -
Yazarın önceki yazıları:

3F, Fado, Fiesta, Football - 2 Ekim 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Selçuk İnan'ın Dramı -16 Eylül 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Jurgen Klopp ve "Gegenpressing"  - 5 Eylül 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Teknik Direktörler - Futbolun Özel Adamları - 16 Temmuz 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Dank je wel* Wesley, Bu Taraftar Seni Çok Özleyecek. 10 Temmuz 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Göz-Göz-Göztepe; Efsane Gerçekten Geri Döndü mü? -16 Haziran 2017-
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Ajax v Man. United; Gençler Kazansın! 24 Mayıs 2017-
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız
17 Yaşında Yorgun Bir Kupa ve "Bir Şaman Ayini" -17 Mayıs 2017-
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Dünyanın Çivisi Çıkmış, Hala mı Futbol? - Futbolun Sihiri - 27 Mart 2017-
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Hollanda Futbolu ile Hollanda'nın sosyal, politik ve kültürel yapısı arasındaki ilişki -1 Mart 2017-
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Radyo Futbolu -11 Şubat 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Futbol, Pas ve Dil -4 Şubat 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Bir “Panzer”in duygusal anları – Bastia Schweinsteiger’in milli takıma vedası -25 Eylül 2016-
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Jan Olde Riekerink- Bir Papatya Falı – 29 Mayıs 2016
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Zafere Giden Yol – Bir Ergin Ataman Analizi- 28 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Müstesna Bir Kaptan- Cüneyt Tanman- O yancı olamaz!- 9 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Kaleciler- Sahaların yalnız ve tedirgin panterleri – 9 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Sabri “Reyiz”den vazgeçilemez- 8 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Taraftar ve futbolsever olmak- “açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan” – 8 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız








2 Ekim 2017 Pazartesi

3 F; FADO, FIESTA, FOOTBALL

      

       Futbolun yarattığı kitlesel bütünleşmenin, toplumun dikkatini asıl meselelerden kaçırmaktan başka bir işe yaramadığı ileri sürülür hep; “Futbol toplumun afyonudur” klişesi tekrarlanır durur futbol muhalifi aydınlar tarafından. Eh, Portekiz diktatörü Salazar da bunu itiraf etmiştir zaten, “-ben ülkeyi 3F’le, fiesta, fado ve futbol ile yönettim” diyerek. Futbolun soyut bir birliktelik duygusuyla kitleleri “reel yaşamdan” uzaklaştırabildiği durumlar olabilir elbet, ancak ona sadece bu gözle bakmak, dinamik ve birleştirici yönünü hiç görmemek katı bir önyargı değil mi?
      Simon Kuper, “Ajax, Hollandalılar ve Savaş” adlı kitabında[1], futbolun siyasileşmesinin 1930’larda, yani Hitler ve Mussolini’nin yükseldiği, propagandanın revaçta olduğu o yaşanmayası yıllarda başladığını ancak futbolun faşistlere kucak açmayıp onlarla mücadele ettiğini anlatır. Faşistler de aslında pek sevememişlerdir bu popüler oyunu, ama ne yapsınlar, halkın sevgilisi olmuş bir kere, yandaş yapmak gerekir onu kendi kirli emelleri için. Misal, 1934 Italya Dünya Kupası bir faşizm propagandasına dönüşmüştür, ama Mussolini aslında “top peşinde koşup, tekmeler savurmak” olarak gördüğü futbol yerine bir Italyan savaş oyunu olan “volata”yı tercih eder. Benzer şekilde Hitler de esasen “Wahrsport” denen bombalı oyunlardan ve yarışmalardan hoşlanmış ve Simon Kuper’in ifadesiyle futbolun “burunlarını ısırma potansiyelinden” hep çekinmiştir. Norveç’e 2-0 yenildikleri ve Goebbels ile birlikte soyunma odasına gidip oyuncuları fırçaladığı o “utanç verici!” sonuçtan sonra da iyice soğumuştur futboldan. Hitler başına açtığı beklenmedik sorunlar nedeniyle, aslında pek de haksız sayılmaz futboldan çekinmekte, misal, 3 Nisan 1938 günü, iltihak (Anschluss) öncesi 60.000 Avusturyalı, Almanlara karşı hissettiklerini topyekün ifade edebilme imkanı bulmuşlardı. Bunu bir futbol stadyumundan başka hiçbir yerde yapabilmeleri o günkü şartlarda asla mümkün olamazdı.[2]
Viyana Prater Stadyumu, 3 Nisan 1938, Avusturya - Almanya 

     Portekizli Salazar’ın “3F”’inden söz etmiştik, Bernabeu stadyumunu 150.000 kişilik bir uyku tulumuna benzeten Ispanyol diktatör Franco da pek geri kalmamıştır ondan. Ancak futbol ona da pek kolay boyun eğmemiştir, Franco’nun Real Madrid’i rejim propagandası için yenilmez armada yaptığı doğrudur, ancak madalyonun bir de öbür yüzü var: Katalan kültürüne dayatılan faşizan uygulamalara karşı bir başkaldırı aracı olmuştur futbol. Barcelona’nın Real Madrid’e karşı kazandığı her galibiyet Katalan direnişini özerklik yolunda ilerlemesinin küçük adımları sayılmıştır.[3] Benzer şekilde Portekiz’de de, Barcelona kadar ön plana çıkmış olmasa bile, Academica de Coimbra’yı anabiliriz. Bu kulübün üniversiteden devşirilen takımı 1939 da Portekiz kupasını almış, esas önemlisi sahip oldukları üniversite ruhuyla 1960’larda her maçı protesto mitingine dönüştürmüştür. Hele 1969’da Benfica ile oynadıkları ve öğrencilere yönelik tutuklamaları protesto etmek için siyah bant takmalarına izin verilmeyince geleneksel siyah formalarına beyaz bant taktıkları, 35 bin taraftarının bildiri dağıtıp yüzlercesinin tutuklandığı kupa yarı finali unutulmaz. Futbolun aktivist gücüne daha nice örnek sayabiliriz, ciddi bir anti-faşist hareket yürüten ve 2007’de neo-nazileri marjinalize etmiş olmaktan dolayı Julius Hirsch[4] ödülü ile mükafatlandırılan Borussia Dortmund, Italya’nın küçük bir liman şehrinin anarşist takımı Livorno, pek saha başarısı olmasa da anti-faşist tavırları ve futbolu yorumlama biçimleri ile nevi şahsına münhasır bir kültürün kulübü olan St. Pauli ve daha niceleri.[5]
     Futbolun yarattığı birliktelik hissini tamamen “sanal” olarak görüp küçümseyenlere Güney Afrika – Nijerya milli futbol takımları arasında oynanan 1992 Dünya Kupası eleme maçını hatırlatarak devam edelim “güzel oyun” avukatlığımıza. Maç 0-0 sürerken “apartheid’ın “ayrıcalıklı rengi”ne sahip George Dearnaley’in, attığı geçersiz golün sevincini, hakemin “sayılmaz” işaretini fark etmeyip, 10.000 siyahın bulunduğu tribüne koşarak onlarla paylaşması, Güney Afrika için en içten bütünleştirici sahne olarak tarihe geçmiştir. Güney Afrika’da bu doğallıktaki bir siyah- beyaz kaynaşmasını futboldan başka ne sağlayabilirdi ki? Utanç verici “apartheid” rejiminden sıyrılma aşamasında futbolun katkısını Mandela da yadsımamıştı: Nijerya maçından önce, siyah ve beyaz futbolcuların birlikte katılıp kaynaştığı milli takımın hazırlık kampını ziyaret etmiş, sonra da stadyuma giderek maçı heyecanla izlemişti.[6]
Nelson Mandela- 15 Mayıs 2004-
-2010 Dünya Kupası organizsayonunu Güney Afrika'nın kazandığını öğrendiği an-

      Futbolun bütünleştirici bir güce sahip olabileceğine ve siyasi bilinci uyuşturmak bir yana uyandırabildiğine dair birçok farklı örnek sayılabilir, ama tarihteki en etkili hikaye sanırım 1958’de Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi  Karması ( Algerian Front de Liberation Nationale- AFLN)  olarak dünya turuna çıkan Cezayirli futbolculardır.[7] Fransa 1. Ligi’ndeki kariyerlerini arkalarına bakmadan teperek 1958 ile 1962 yılları arasında 83 gayrı resmi milli maç oynayıp, bunların 57sini kazanan futbolcular grubu. Bağımsızlık 11’i olarak adlandırılan bu grubun Cezayir’in çok cana mal olan bağımsızlık mücadelesinde önemli bir rolü vardır.[8] Futbolu “3F” ekseninde sadece iktidarların toplumsal  bir anestezi yöntemi olarak görenler, Saint Etienne’li Reşid Mekloufi’yi, Toulouse’lu  Said İbrahimi’yi, Monacolu Mustafa Zitouni’yi hiç anmazlar, onların kariyerlerini bırakıp Cezayirliler’e yaşama dair bir ümit vermek, uluslarası ilişkilerde sempati kazandırmak üzere gösterdikleri özverili çabaları ve bu yolla Cezayir’in bağımsızlığına sağladıkları katkıyı akıllarına bile getirmezler nedense.
Reşid Mekloufi  AFLN formasıyla 

     Avrupa futbolunda kulüplerin kurdukları vakıflar aracılığıyla hayata geçirdikleri kurumsal sosyal sorumluluk (CSR- Corporate Social Responsibilty) projeleri ve yatırımları giderek yaygınlaşıyor. Bu konuda önderliği üstlenen İngiltere Premier Lig vakıfları, düzenledikleri spor eğitimi, yaşam boyu eğitim, sosyal ve kültürel katılım, sağlık, aile yaşamı, bağış desteği, çevre ve enerji koruma gibi etkin sosyal programlar ve projeler ile yarışıyorlar birbirleriyle. Bu tarz sosyal sorumluluk aktiviteleri futbolun paydaşlarının, günümüz futbol mecrasında da “esas meselelere” el attığının kurumsal örneklerini oluşturuyor. Öte yandan, kimi zaman lümpenleşip azgınlaşan rekabet, konu saha dışına çıktığında etkin ve sinerjetik bir aktivizme dönüşebiliyor. Stadyumlar spontane bir şekilde, kontrol edilemez muhalefet gösterilerine zemin oluşturabiliyor, meydanlar taraftar gruplarının topyekün sosyo-politik başkaldırılarına sahne olabiliyor. Son yıllarda bir sosyal fenomen olarak değerlendirdikleri futbol üzerine kafa yormaya başlayan, bu konuda bilimsel değerlendirmeler yapan Avrupalı sosyologlardan  C.Bromberger, saha çalışmaları ile desteklenen akademik çalışmasında[9] futbolun dinamik yapısının toplumu çoğu zaman uyuşturmaktan çok zindeleştirdiği ve önemli bütünleştirici özelliklere haiz olduğu  sonucuna varmıştır. Bu ve benzeri akademik çalışmalar, futbolun kimi aydın çevrelerde maruz kaldığı tavizsiz önyargıyı bertaraf edebilmesi yolunda önemli adımlardır.  
      Futbol her yönüyle öyle güçlü bir dinamizm içeriyor ki, “toplumların afyonu” benzetmesi çok eğreti bir yakıştırma olarak kalıyor, çünkü bu “güzel oyun”, iktidarların güçlerini konsolide etmek üzere her koşulda seferber edebildikleri bir araç değil, futbolseverlerin tümüyle “ayaklarıyla düşünen” vicdanı ve bilinci uyuşturulmuş insanlar olarak nitelenmesi ise mesnetsiz bir yafta. Yine de Salazar’ın “3F’ine takılıp kalan kimi aydınlarımızı ikna edemediysek, son söz olarak Italyan Marksist Antonio Gramsci’den destek alalım ve onun şu veciz ifadesini okuyucuların yorumuna bırakalım: “il calcio e il regno della lealta umana esercitata all’aeria aperta.(futbol açık havada ortaya konan insan sadakatinin krallığıdır.)”
Kaynakça
Bora, T., Adnan, Z. “Kimi Başrol Kimi Karakter, Kulüp Hikayeleri”, Dipnot Yayınları, İstanbul, 2013
Bromberger, C. (1995) “Football as world-wiew and as ritual”,  http://frc.sagepub.com/content/6/18/293.extract
Kuper, S.,  “Ajax, Hollandalılar ve Savaş”, Ithaki Yayınları, Istanbul, 2004 

Kuper, S., “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir”, İthaki yayınları, İstanbul, 2003
 

Saygı, A.U.,(2012), “Futbol ve Milliyetçilik” Yüksek Lisans Tezi, T.C. Ankara Üniversitesi


Ertuğrul Ülgen - 2 Ekim 2017




   




[1] Kuper, S.,  “Ajax, Hollandalılar ve Savaş”, Ithaki Yayınları, Istanbul, 2004 
[2] Kuper, S.,  “Ajax, Hollandalılar ve Savaş”, Ithaki Yayınları, Istanbul, 2004 
[3] Saygı, A.U.,(2012), “Futbol ve Milliyetçilik” Yüksek Lisans Tezi, T.C. Ankara Üniversitesi
[4] Holocaust sırasında, 1945 yılında  öldürülen Alman Yahudisi uluslararası futbolcu
[5] Bora, T., Adnan, Z. “Kimi Başrol Kimi Karakter, Kulüp Hikayeleri”, Dipnot Yayınları, İstanbul, 2013
[6]Kuper, S., “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir”, İthaki yayınları, İstanbul, 2003
[7] Bromberger, C. (1995) “Football as world-wiew and as ritual”,  http://frc.sagepub.com/content/6/18/293.extract

[8] Bora, T., Adnan, Z. “Kimi Başrol Kimi Karakter, Kulüp Hikayeleri”, Dipnot Yayınları, İstanbul, 2013

[9] Bromberger, C. (1995) “Football as world-wiew and as ritual”,  http://frc.sagepub.com/content/6/18/293.extract


Yazarın önceki yazıları:

Selçuk İnan'ın Dramı
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2017/09/10-kupal-kaptan-boyle-mi-ugurlanr-bir.html


Jurgen Klopp ve "Gegenpressing" 
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2017/09/jurgen-klopp-und-gegenpressing.html

Teknik Direktörler - Futbolun Özel Adamları -
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2017/07/teknik-direktorler-futbolun-ozel.html

Dank je wel* Wesley, Bu Taraftar Seni Çok Özleyecek.
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2017/07/tot-ziens-wesley-bu-taraftar-seni-cok.html?m=1

Göz-Göz-Göztepe; Efsane Gerçekten Geri Döndü mü?
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2017/06/guzelyalnn-sar-krmzs-efsane-geri-dondu.html?m=1

Ajax v Man. United; Gençler Kazansın!
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2017/05/ajax-v-manunited-gencler-kazansn.html?m=1


17 Yaşında Yorgun Bir Kupa ve "Bir Şaman Ayini" -17 Mayıs 2017"
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2017/05/17-mays-galatasaray-bayram-vs-aldo-poy.html?m=1

Dünyanın Çivisi Çıkmış, Hala mı Futbol? - Futbolun Sihiri - 27 Mart 2017-
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Hollanda Futbolu ile Hollanda'nın sosyal, politik ve kültürel yapısı arasındaki ilişki -1 Mart 2017-
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Radyo Futbolu -11 Şubat 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Futbol, Pas ve Dil -4 Şubat 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Bir “Panzer”in duygusal anları – Bastia Schweinsteiger’in milli takıma vedası -25 Eylül 2016-
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Jan Olde Riekerink- Bir Papatya Falı – 29 Mayıs 2016
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Zafere Giden Yol – Bir Ergin Ataman Analizi- 28 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Müstesna Bir Kaptan- Cüneyt Tanman- O yancı olamaz!- 9 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Kaleciler- Sahaların yalnız ve tedirgin panterleri – 9 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Sabri “Reyiz”den vazgeçilemez- 8 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Taraftar ve futbolsever olmak- “açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan” – 8 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız