27 Mart 2017 Pazartesi

Dünyanın Çivisi Çıkmış, Hala mı Futbol? -Futbolun Sihiri-




     Yaşamın her koşulda devam ettiğinin sihirli bir işaretidir futbol; "Luftwaffe" bombalarının tehdidi altındaki Londra'da kırk bin İngiliz'i sığınaklardan çıkarıp 1940 Savaş Kupası finali için Wembley'de toplayan da, Normandiya çıkarmasından sadece birkaç gün sonra yetmiş bin Dresdner ve Hamburg taraftarını Berlin Olimpiyat Stadyumunda 1944 şampiyonluk karşılaşmasını izlemek üzere buluşturan da hep aynı tutkudur. Futbol bağımlılığının savaşlara bile boyun eğmeyen gücünü gözler önüne seriyor bu tarihi sahneler. Peki, nasıl oluyor da, dünyanın çivisi çıksa, yer yerinden oynasa, futbol ayakta kalmayı başarıyor? Nedir bu sarsılmaz güdünün menşei? Tartışmaya ve sorgulamaya değer bir soru.
1940 İngiltere Savaş Kupası Finali; West Ham-Blackburn 
     Johan Huizinga'nın "Homo Ludens" adlı ünlü eserinde belirttiği gibi, "önce oyun vardı".
İnsan, homo sapiens olmadan önce, homo ludenstir, oyunla doğar, oyunla büyür. Başka bir deyişle, oyun ile insan arasında doğumdan itibaren yapısal ve köklü bir etkileşim vardır; bu antropolojik açıklama,  “the beautiful game” namına sahip bir oyuna duyulan tutkunun kökenine ışık tutmakla birlikte, yirmi iki oyuncunun bir topun peşinden koşarak her şart ve ahvalde on binleri tribünlere, milyonları ekranlara çekebilmesini tek başına açıklamaya yetmez elbette. O halde, biraz derinleştirelim analizimizi.
    Futbolun benzersiz popülerliği çoğunlukla basit olmasına bağlanır. İmkanları zorlamaz, bir top bulmaya bakar, arsada, parkta, bahçede, sokakta, mahalle arasında, avluda, terasta, kumda, sınıfta, salonda ve her yerde oynanabilir; fikir beyan etmek için derin bilgi gerekmez. Basitliğin popülerliği arttırdığı doğrudur, ancak futbolu diğer oyunlardan farklı kılan özellik aynı anda hem basit hem de karmaşık olmayı becerebilmesidir aslında. Bir yandan basit imkan ve kurallar manzumesi ile tarif edilirken, diğer yandan ileri seviyede bir formasyon gerektirmesi futbola münhasır bir nitelik olmalı; öyle ya herkes futbol oynayabilir, futbolun tekniği üzerinde kolaylıkla ahkam kesebilir, ama profesyonel zeminde yer bulmak söz konusu olduğunda üstün yetenek ve meşakkatli bir süreç gerekir. Kurallara gelince, diğer spor dallarına göre kolay görünür ilk bakışta, ama tek bir pozisyon üzerinde onlarca “hocanın(!)” saatlerce anlaşamayacağı, kadar da karmaşıktır aynı zamanda! Hedefe (gole) giden yolun, hiçbir spor dalında olmadığı kadar, engellerle dolu olması, atılan her golü inanılmaz bir tatmin duygusu ile ödüllendirir. Amaca ulaşmanın her seferinde delicesine bir coşkuya yol açtığı başka bir mecra var mı futboldan başka? Ünlü Alman filozof Peter Sloterdjik, Der Spiegel’e 2006 yılında verdiği bir röportajda futbol ile insan arasındaki sarsılmaz ilişkinin kökenine iniyor ve futbol icat olduğundan beri her maçta gerek sahada, gerekse tribünlerde yaşanan futbola özgü abartılı sevinç hareketlerinin, erkeğin içinde 7000 yıldır yaşayan avcıdan kaynaklandığını iddia ediyor. Burada, vahşi hayvanın yerini gol alıyor; futbolcular kahraman avcıları, teknik direktörler ise avcı kabilesinin reisi rolünü üstlenmiş oluyorlar ve başarıları avcı kolektif toplumunun (taraftarların) mutluluğu üzerinde etkili oluyor. Sloterdjik’e göre, böylesine köklü ve organik bir ilişki var futbolla insan arasında.
   İdeal toplum modelidir futbol, kurallar nettir, sahada her şey herkese açıktır ve saydamdır, gerçek hayatın tersine oyun sırasında asla kural değişmez, imtiyaz ve kayırmaya pek yer yoktur; hafif aldatmacalar vardır kimi zaman, ama kısa sürede açığa çıkıp failini yerin dibine sokma riski hep mevcuttur, hayattaki gibi saklı kalabilme şansı olmayan küçük aldatmacalardır bunlar. Futbol eşitlik ve saydamlık sunan ideal  bir dünyadır,  Gramsci’nin özlüce ifade ettiği gibi: “.futbol açık havada ortaya konan insan sadakatinin krallığıdır. “

    Futbol ekip çalışmasını yüceltir, takım ruhu ve dayanışma ön plandadır, Benfica’nın “e pluribus unum” , Liverpool’un  “you will never walk alone” mottolarında gizlidir futbolun etkileyici dayanışma gücü. 
     Her zaman güçlünün kazanmaması ayrı bir heyecan ve tat katar futbola. "Şanssızlığa" veryansın edip rahatlanabilir. Başarısızlık durumunun üzerlerine yıkılacağı “dış güçleri" bulup huzura kavuşmak gerçek hayata göre daha kolaydır: sahanın orta yerindeki kokartlı günah keçileri bu iş için emirlere amadedir! 
Karşı tribüne olağan ve stres boşaltıcı bir futbol selamı
     Yaşamdaki bazı duygusal gerçekleri de yüzlere vurur futbol, her gol sonrası atılan zafer naraları ve rakip oyuncular ile tribünlere gönderilen yaratıcı mesajlar(!) başkasının üzüntüsünden tat çıkarmanın ve onlara günlerini göstermiş olmaktan duyulan keyfin sınırsız ve acımasız bir tezahürüdür. Belki de gerçek hayatta ahlaki kaygılarla frenlenen hislerin hiç sakınmadan dışa vurulabilmesidir futbolu bu kadar haz verici kılan. Sonuçta, futbolda taraftarlık Norbert Elias’ın deyimiyle “duygu ve heyecanların kontrollu bir şekilde kontrol dışı bırakılması”.değil midir? (Burada kastedilen, holigan namıyla maruf tepeden tırnağa kontrolsuz bir kısım tribün eşkiyası değil elbet, bu tedhiş fanatikleri futbolun gerçeği ya da parçası olarak düşünülemezler; bu yazıda anlatılan "güzel oyun" ile hiçbir ilgileri yok onların.) 


     Futbol, Pascal Boniface’ın tanımıyla, “internetten de, demokrasiden de daha global bir fenomendir", farklı dil ve kültürlerden, farklı kuşaklardan insanların kolayca iletişim kurabildikleri ilk, belki de tek ortak konudur;  FIFA’ya üye olan ülke sayısı, Birleşmiş Milletlerin üye sayısından fazladır, dahası var mı? Tibetli keşişlerin 1998 dünya kupasını izlemek için TV bulma çabalarını konu eden The Cup ve Moğolistan, Sahra Çölü ve Amazon çevresinde yaşayan farklı kültürdeki üç grup insanın 2002 Dünya kupası finalini seyredebilme gayretlerini anlatan The Great Match filmleri, bir yandan futbolda globalleşmenin geldiği son noktayı gözler önüne sererken, diğer yandan televizyonun bu konudaki rolünün altını çiziyor. Bu rol yadsınamaz elbette, ama televizyonun ve hatta radyonun esamesinin okunmadığı tarihlerde de  futbol sevgisi, hiçbir dış desteğe ihtiyaç duymadan gönüllerdeki yerini çoktan almıştı; bir çarpıcı örnek yeterli olur sanırım: 116 yıl önce, Sheffield United ile Tottenham arasındaki 1901 FA Cup maçını  tam 110.802 kişi izlemişti! Futbol, medya ve iletişim araçlarının globalleştirici etkisinden çok önce, İngiliz denizcilerin Le Havre, Cenova, Bilbao, Barselona, Hamburg ve Hannover gibi limanlarda oynamalarını takliden yayıldı kıta Avrupa’sına,. Brezilya’da ise yol yapımında çalışan İngilizler sayesinde tanıtıldı ve sevildi bu “güzel oyun”. Ezcümle, futbol tamamen kendi güzelliği ve çekiciliğiyle mest etti farklı farklı kültürdeki insanları. 
1901 FA Cup Finali; Sheffield United-Tottenham
    Futbolun en değerli cazibesi belki de bir ömre sığabilecek türlü duyguları bir 90 dakikaya sıkıştırabilmesinde yatar, heyecan, çosku, sevinç, üzüntü, elem, haz, tatmin... Tribünde ve hatta tek başına ekran karşısında veya radyo başında bu duyguları yaşayabilmektir onu bu denli farklı kılan, elemin habis ve kalıcı olmadığı böyle bir duygu fırtınasından daha keyifli ve değerli ne olabilir ki? Tersten soralım, futbolsuz bir dünya nasıl olurdu acaba? Hafta sonları nasıl geçerdi? Hiçbir derbi maçı izleyemeyeceğimiz, son saniye golleri ile kazanıp kaybettiğimiz karşılaşmaların veya son maçta ulaşılan veya yitirilen bir şampiyonluğun haz ya da elemini hiç yaşamayacağımız bir dünya! Ne kadar kasvetli!
Futbola özgü duygu kutupsallığı: bir yanda coşku, hemen yanında  elem
    Gelelim en kritik soruya. Bu eşsiz oyunun geleceği ne olacak? Boniface’ın tanımlamasıyla “gelmiş geçmiş en evrensel imparatorluk” da bir gün yıkılacak mı? Tarih boyunca muktedirlerin ele geçirip bir aygıt olarak kullanmak için uğraş verdiği, iş çevrelerinin ve oligarkların sınırsız - sorumsuz  paraya boğduğu, yeteneksiz, dirayetsiz ve çıkarcı yöneticilerin maskara ettikleri ve maalesef eski-yeni kimi futbol starının da bu kirli kervana katıldığı futbol güzel oyun olmaktan, hatta oyun olmaktan iyice çıkıp, tüm sempatisini kaybedecek mi politik ve ekonomik krizlerle boğuşan dünyada? Sanırım, bu olasılık her şeye rağmen çok düşük, çünkü çoğunluktaki romantik futbolseverler bu güzel oyunun ne kadar kirli bir çevre tarafından tarafından kuşatıldığının farkında olsalar da, futbolun yok olduğu “gri ve tatsız” bir dünyada yaşamaya hiç hazır değiller; bu güçlü sihir DNA'larına kazınmış bir kere!

E.Ülgen - 27 Mart 2017 -

Yazarın Önceki Yazıları
Hollanda Futbolu ile Hollanda'nın sosyal, politik ve kültürel yapısı arasındaki ilişki -1 Mart 2017-
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2017/03/hollanda-futbolu-ile-hollandann-sosyal.html

Radyo Futbolu -11 Şubat 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2017/02/radyo-futbolu.html

Futbol, Pas ve Dil -4 Şubat 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2017/02/yazarn-diger-yazlar-bir-panzerin.html

Bir “Panzer”in duygusal anları – Bastia Schweinsteiger’in milli takıma vedası -25 Eylül 2016-
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/09/bir-panzerin-duygusal-anlar-bastia.html?m=1

Jan Olde Riekerink- Bir Papatya Falı – 29 Mayıs 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/05/jan-olde-riekerink-bir-papatya-fal.html?m=1

Zafere Giden Yol – Bir Ergin Ataman Analizi- 28 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/zafere-giden-yol-bir-ergin-ataman_28.html?m=1

Müstesna Bir Kaptan- Cüneyt Tanman- O yancı olamaz!- 9 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/mustesna-bir-kaptan-cuneyt-tanman-o-bir.html?m=1

Kaleciler- Sahaların yalnız ve tedirgin panterleri – 9 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/kaleciler-sahalarn-yalnz-ve-tedirgin.html?m=1

Sabri “Reyiz”den vazgeçilemez- 8 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/sabri-reyizden-vazgecilemez.html?m=1

Taraftar ve futbolsever olmak- “açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan” – 8 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/taraftar-ve-futbolsever-olmak.html?m=1














1 Mart 2017 Çarşamba

Hollanda futbolu ile Hollanda’nın sosyal, politik ve kültürel yapısı arasındaki ilişki

     
Hollanda Milli Takımı, 1974 Dünya Kupası
    1960’lardan önceki dönemlerde Norveç, Finlandiya ve Lüksemburg gibi ülkelerle birlikte Avrupa futbolunun alt klasmanlarında gezinen Hollanda, Rinus Michels ve Johan Cruyff’ün liderliğinde futbol dünyasına aniden ve göz kamaştırarak girdi. Klasik dizilişlerle sahaya çıkan zamanın en güçlü takımları, mevki ve pozisyona hiç takılmayan ve kendilerine sahayı dar eden Hollanda'nın futbol anlayışı ve stili karşısında apışıp kalıyorlardı.  Amiral gemisi Ajax’ın, Bill Shankly’nin kibirli ve bol yıldızlı Liverpool’unu 5-1’lik bir skorla dağıttığı 7 Aralık 1966 günü, futbol tarihine “Total Futbol” adıyla geçen bu gerçek devrimin miladıdır. Ajax, o tarihten itibaren istikrarlı bir gelişme sürecine girip öyle bir ivme kazandı ki, o zamanki adıyla Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na 3 yıl boyunca (1971, 72 ve 73) ambargo koydu. Portakal formalı milli takımları ise, 1974 ve 1978’de  Münih ve Buenos Aires’te ev sahipleri Almanya ve Arjantin’e karşı iki kez üst üste finale kalıp, biraz şanssızlıktan (ah, o Rensenbrink'in Estadio Monumental'de son dakikada direkten dönen topu!), biraz da sonuç odaklı olmaktan ziyade, oyundan keyif almaya dayanan ve hatta kimilerine göre narsistlik boyutlarına ulaşan aşırı öz güvenleri yüzünden  kupaya ulaşamadılar; ancak her iki finalde de “şampiyondan daha fazla şampiyon” sayıldılar futbolseverlerin gönüllerinde. Agresif futbollarıyla rakiplerini bunaltırlarken, kendileri son derece rahat görünürlerdi. Adeta keyif için oynayan büyüleyici bir halleri vardı, ne hakeme itiraz ederler, ne de rakiplerle dalaşırlardı. Pozisyon  ve mevki kavramını yok etmişlerdi, defans, orta saha, forvet hiç fark etmiyor, herkes her yere yetişiyor, ama bunu yaparken de sahanın gerekli hiçbir noktası boş kalmıyordu, böylesine planlı ve hesaplı bir mevki becayişi ve yardımlaşma hiç görülmemişti o zamana dek; ayrıca sahanın kullanılabilir alanını bir daraltıp, bir genişleterek defansta ve ofansta ve her durumda kendi istedikleri m2 de oynuyorlardı, Cruyff’ün önderliğinde her biri birer geometri uzmanı ve parselasyon plancısıydı adeta. Diğer takımlar klasik dizilişlerle futbol oynamaya devam ediyorlardı, onların icat edip sahaya indirdikleri ise bambaşka bir oyundu. Kimse başa çıkamıyordu bu yeni düzenin gücüyle.
     Alan kavramını futbolla  tanıştıran “Total Futbol” devriminin Hollanda tarafından gerçekleştirilmesi acaba sadece bir rastlantı mı; yoksa bir ülkenin futbolu ile politik, sosyal ve kültürel yapısı arasındaki ilişkinin bir sonucu mu? 2016’da  Ithaki Yayınevi tarafından “Harika Portakal, Hollanda Futbolunun Nevrotik Dehası” olarak Türkçe’ye çevrilen İngiliz yazar David Winner’in   “Brilliant Orange. The neurotic genius of Dutch football” adlı kitabı bu konuyu kapsamlı bir şekilde inceliyor. Alman sosyolog Klaus Theweleit ise, bu eseri referans alarak, Wits Üniversitesinde 13 Nisan 2010’da “Futbol ve Sosyal Değişim” temasıyla etkileyici bir konuşma yapmış. Sizleri, Theweleit’in konferans metninin Türkçe çevirisi ile baş başa bırakıyorum.
E.Ülgen - 01 Mart 2017
 Hollanda futbolu ile Hollanda’nın sosyal, politik ve kültürel yapısı arasındaki  ilişki[1]


      Bir ülkenin futbolu ile politik, sosyal ve kültürel yapısı arasındaki ilişki hakkındaki en doğru teoriler İngiliz yazar David Winner’in “Brilliant Orange. The neurotic genius of Dutch football” (Işık Saçan Portakal. Hollanda futbolunun nörotik dehası) başlıklı kitabında yer alıyor. Bu kitap, 60’lı yıllardan itibaren Avrupa futbolunda devrim yaratan Johan Cruyff ve onun Ajax’tan takım arkadaşlarının Orange Team’i hakkında yazılmış. 
     Winner’in “Hollandalının mekanı farklıdır” ifadesi ile ortaya koyduğu üzere, kitap Hollandalı’nın mekan duygusu ve mekan algısının farklı biçimlerini ve koşullarını inceliyor. Winner’e göre Hollanda’daki mekan kavramının kendine özgü özellikleri Hollanda resim sanatında olduğu gibi futbol devriminde de etkisini gösteriyor. Bu kendine özgü özellikler, Hollandalı’nın yaşadığı toprağın yüzyıllardır yapay olarak üretilmesinin bir sonucudur. Ülkenin geniş bir kısmı tam anlamıyla denizden geri alınmış, yüzyıllık tekniklerle kurutulmuş ve inşa edilen setler ve drenaj sistemleri ile koruma altına alınmıştır. 
-Hollanda’dan bir polder (set çekilmiş toprak, denizden kazanılmış arazi) görünümü-

     Hollanda’da popüler bir deyiş vardır, kendilerine duydukları hayranlığın da merkezi bir ifadesi olarak, “Tanrı dünyayı yarattı, Hollandalı da Hollanda’yı (God made the world, but the Dutch made Holland)” derler. Ünlü peyzaj mimarı Dirk Sijmons şöyle söyler “Tam bir yapaylık ağında yaşıyoruz. Doğal olan nedir? Yapay olan nedir? Bunu söyleyemezsiniz. Mekan sadece nokta, çizgi ve yüzey olmak anlamında Mondrian resmi gibi bir soyutlamadır.” Hollanda’nın büyük kısmı set, bent ve kanallarla korunmuş, kare ve dikdörtgen alanlara bölünmüş, baştan sona insan eliyle üretilmiş ve birbirinin içine giren su ve toprak zeminler içerisinde parsellenmiş, uçsuz bucaksız ağaçlıklı yollarla, ev ve kanal bloklarıyla ve kilometrelerce uzanan dümdüz yollarla katedilmiş  yapay jeopolitiklerin bir ürünüdür. Bu manzara, bir uçaktan seyredildiğinde, özellikle lalelerin açma zamanında, büyük ve çok düzgün bir Mondrian resmi gibi görünür.
-Bir Mondrian resmi, Kompozisyon C (No.III), kırmızı, sarı ve mavi ile (1935)-

     Bu yapay jeopolitik durumun Hollandalı’ların hayatlarını organize etmelerine ve kendilerine özgü düşünme biçimlerine önemli etkileri vardır.
Hollanda topraklarının insan tarafından  inşa edilmiş olma karakteri ülkenin doğa ve çevre ile olan ilişkisinden kültürel kurumların tasarlanmasına ve demokratik konsensus inşasına kadar birçok yaşam alanına yansır. İşte bu yüzden Winner’e göre, alan hakkında yapısal olarak oluşan soyut hissiyat hemen hemen tüm Hollandalıları etkisi altına alır. Winner bir Rus artist grubunun araştırmasına atıfta bulunarak, müzelerinde ve hatta evlerinde Mondrian tarzı modern sanat birikimine sahip ahalinin dünyada sadece Hollanda’da var olduğunu söyler.
Ve bu şekilde Winner için Johan Cruyff’e ait yeni tarz futbol tanımının alan soyutlamalarının bir sonucu ya da uzantısı olduğu gerçeği gün ışığı kadar aşikardır. Heykeltraş Jeroen Henneman ile birlikte Winner, Ajax ve diğer Hollanda takımlarının 60’lı yıllardan itibaren bazı (tipik olarak Hollanda karakterli) özellikler ve kurallar geliştirerek oynamaya çalıştığı tarzı inceliyor. En baştaki değişim, ofsayt konumu ile ilgili oyun şeklinde devrim yaratan ve Alman oyuncuların adapte olmakta çok güçlük çektikleri dört defans oyuncusun çizgi halindeki yerleşimleriydi. Bu değişim, alan inşası yönünden sahanın alanını köklüce küçültmeye yarayacak şekilde bir kenardan diğer kenara bir çizgi çekmekten başka bir şey değildir. Bu defans çizgisini orta sahaya doğru öne taşıdığınızda sahanın yarısını bertaraf etmiş olursunuz. Ruud Krol şöyle bir hatırlatma yapıyor: “Biz pratik olarak hep alanla ilgili konuşurduk. Defans yaparken aramızdaki mesafe hep kısa olurdu. Hucumda ise yayılıp kanatları kullanırdık. Defanstayken rakibi orta çizgi hattında tutmaya bakardık. Kendi kalemizi koruduğumuzu değil, orta çizgiye doğru hucum yaptığımızı düşünürdük. İşte bu şekilde ofsayt kavramını değiştirmiş olduk”. Bugün bunun için hemen hemen her futbol ortamında “sahayı daraltmak” veya “topun yakınında çoğalmak” formülleri kullanılır oldu.
     Aynı prensip 17. yüzyılda Hollandalıların İspanyollarla yaptıkları savaşlarda da çalışmıştı. Total futboldan yaklaşık 400 yıl önce saha daraltma kavramı kullanılmıştı. Hollandalılar İspanyollar hucum ettiğinde, surlarla çevrili şehirlerin arasında kalan tarım arazilerinde su taşkınları yaratarak topraklarını alabildiğince küçültüyorlardı. Sonuç: askeri ve siyasi zafer oldu.
Winner’e göre, bu alan daraltma taktikleri ve bununla birlikte top kendi kontrollarındayken geniş alanlar yaratmak ve bu şekilde uzun diyagonal hatlar kullanarak rakibin formasyonlarını yarıp geçmek tamamen Johan Cruyff ve onun Ajax’taki koçu Rinus Michels’in gerçek icatlarıydı. Bu taktikler takımın tam bir hakimiyet kazanmasını sağlamak üzere sahayı üçgen ve kare bazı şablonlara bölmeyi amaçlıyordu. Oluşturulan şablonlar da bu temel amaca yönelik olarak rakibin kale sahasına doğru kaydırılıyor ve matematiksel, daha doğrusu geometrik bir düşünce tarzı geliştirilerek taktiğin gerçekleşmesi tamamlanıyordu. 
Hollanda 1974, Total Futbol prensip şeması

     Henneman ve Winner, Cruyff’u ayaklarından ziyade (ki onlar da mükemmeldi) ağzı ve elleri ile çalışan bir oyuncu olarak gösterirler. Barry Hulshoff şöyle diyor :
Her zaman alan hakkında tartışırdık. Cruyff  her zaman kimin nereye koşacağını, nerede durması ve sabit kalması gerektiğini anlatırdı. Mevzu her zaman alan yaratmak ve alan daraltmaktı. Her oyuncu tüm sahanın geometrisini ve bir bütün olarak sistemi anlamak zorundaydı”. Cruyff çizgileri gösteren ve geometri öğreten bir oyun düşünürü olarak algılanır. Hangi çizginin çizilmesi gerektiğini daha keskin olarak gören bir peyzaj mimarı olarak da görülebilir.
Henneman : “Birdenbire futbolun anlamı artık topa ve başkalarının bacaklarına atılan tekme olmaktan çıktı. Ajax maçlarında staddan çıkarken çok özel bir şey gördüğünüzü ve bunu sadece sizin gördüğünüzü düşünürdünüz. Oysa başka seyircilerle konuştuğunuzda, onların da benzer düşüncede olduklarını anlardınız. Sanki sahada anlaşılması zor olan mistik bir durum vardı.”
70’li yıllarda futbol düşüncesindeki bu tarz bir üstünlük karşısında gerçek bir şansa sahip olabilecek herhangi bir takım mevcut değildi. Hollanda’nın yer aldığı iki Dünya Kupası finalinde ( Almanya ve Arjantin’e karşı) daha iyi olan takım hep onlardı, ancak bundan fazla emindiler ve aşırı bir özgüvene sahiptiler, psikoanalitik anlamda aşırı narsistiktiler. Daha sonraları “Bizler çok iyiyidik, ama çok da aptaldık” şeklinde bir öz eleştiri yapmışlardır. Winner’in kitabının alt başlığı, “Hollandalı futbolunun nörotik dehası”, işte tam da bu durumu ifade eder.
E.Ülgen - 1 Mart 2017 -
sitesinden alınmıştır. (çeviri: E.Ülgen)

Yazarın Önceki Yazıları



Radyo Futbolu -11 Şubat 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Futbol, Pas ve Dil -4 Şubat 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız

Bir “Panzer”in duygusal anları – Bastia Schweinsteiger’in milli takıma vedası -25 Eylül 2016-
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:

Jan Olde Riekerink- Bir Papatya Falı – 29 Mayıs 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:

Zafere Giden Yol – Bir Ergin Ataman Analizi- 28 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:

Müstesna Bir Kaptan- Cüneyt Tanman- O yancı olamaz!- 9 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:

Kaleciler- Sahaların yalnız ve tedirgin panterleri – 9 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:

Sabri “Reyiz”den vazgeçilemez- 8 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:

Taraftar ve futbolsever olmak- “açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan” – 8 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız: