11 Şubat 2017 Cumartesi

Radyo Futbolu



      Türkiye’de radyodan ilk maç nakli, Avrupa’daki başlangıcından[1] sadece 7 yıl sonra, 20 Temmuz 1934 tarihindeki Fenerbahçe-Wien Athletic özel maçı ile gerçekleşir. Dereağzı’ndan yapılan ilk canlı yayındaki spiker (o zamanki ismiyle “reportör”) güreş spikerliğinden devşirilen ve mikrofon başında her fırsatta sütünü içerek soluklanmasıyla ünlü Eşref Şefik’tir.  Daha sonra, tatlı sohbetleriyle ünlü Sait Çelebi, aynı zamanda bir FİFA hakemi olan Sulhi Garan ve Recaizade Mahmut Ekrem’in torunu, sevgili Umur Talu’nun babası Muvakkar Ekrem Talu yapmışlar bu işi.
Radyodan ilk maç nakli öncesi anten kurulurken; Temmuz 1934
                         
     Bizim kuşağın futbolla haşır neşir olmaya başladığı yıllardan itibaren tanıştığımız ikinci dönem spikerlere gelince, onlara “üç büyükler” demek yanlış olmaz herhalde: bir hakim, bir hekim ve bir coğrafyacı: Halit Kıvanç, Dr. Necati Karakaya ve Orhan Ayhan. Bu işin  duayeni Halit Kıvanç’tı hiç tartışmasız. Bugün çeşitli röportajlar vesilesi ile ekrana çıktığında, gözümüzü kapatıp heyecanını hiç kaybetmemiş ses tonunu ve vurgulamalarını dinlemek on yıllarca öncesine götürüyor bizleri. “Güzel oyunun” güzel spikeriydi o. Gerçeğinden daha renkli oyunlar yaratırdı zihinlerimizde.

Halit Kıvanç maçın temposunu yükseltmeye çalışırken

Dr Necati Karakaya ise retrospektif pozisyon tasvirlerinin spikeriydi. Yayın aniden kesilip, heyecan yüklü anonslarla önce “merkeze” sonra da onun mikrofon başında bulunduğu stada bağlanıldığında, sahada olup biteni bildirmek için hiç acele etmez, beş pozisyon öncesinin ince detaylarından başlardı anlatımına; helak ederdi heyecandan tırnaklarını kemiren fanatikleri radyo başında. Yaratıcı metaforları vardı: “topu ampul gibi üst ağlara astı” unutulmazları arasındadır. Diline pelesenk olan “çook zorr, hatta imkansız!” ifadesi ise futbolumuzun o yıllardaki ümitsizliğinin ve on yıllar boyu devam edecek istikrarsızlığının en özlü işareti olsa gerek. Orhan Ayhan maç anlatırken oyuncular “orta yuvarlakta” “mütemadiyen”  “kendi eksenleri etrafında” dönerler ve  “pas verecek bir arkadaşlarını” ararlardı; Türk futbolunun genetik kısırlığını ne veciz anlatırmış meğerse! Oyuncuların nadiren de olsa, “meşin yuvarlağı” “deplase olmuş” “demarke” arkadaşlarına “derinlemesine” gönderdikleri de olurdu. Çok jargon hediye etmiştir Türk futbolunun dil haznesine. Kontrtenor sınırını zorlayan canlı sesiyle ve kusursuz diksiyonuyla 9000’i aşan sayıda maç anlatmıştır meslek hayatı boyunca, bu alanda bir dünya rekorunun sahibidir. 
Orhan Ayhan İnönü ( Mithatpaşa) stadının naklen yayın kabininde

     Radyo maç spikerleri, görüntü eksikliğini telafi edebilmek üzere anlatımlarının uzunca bir süresini meteoroloji, saha ve seyirci raporlarına ayırırlar, ayrıca oyunun içinden ve çevresinden kendilerince ilginç olan her türlü  detayı anlatarak tekdüzelikten kurtulmaya çalışırlardı. Oyuncuların ve hakemlerin seceresinden, takımların birbirleriyle yaptıkları maçların tarihçesine, taraftar atışmalarının seyrinden, amigo faaliyetlerine kadar geniş bir yelpazedeki sohbet araları boyunca, dinleyiciler oyunun gidişatını sadece kendi hayal güçleriyle ve radyo cızırtılarına karışan tribün uğultularından alabildikleri ipuçlarıyla tahmin etmeye çalışırlardı. 
     Üç büyüklerden sonra yetişen nice radyo spikeri var bizim kuşağa eşlik eden: Aydın Köker, Tansu Polatkan, İlker Yasin, Abidin Aydoğdu, Ümit Aktan, merhum Hüseyin Başaran,  Murat Ünlü, Akın Göksu, Doğan Yıldız... Önemli meziyetleri, unutulmaz maçları vardı her birinin elbet, ancak performanslarından ziyade kırdıkları potlarla meşgul ettiler futbol kamuoyunu; maçı “3-2 berabere” devam ettirmekten tutun da, rakip takıma “çok tehlikeli bir noktadan korner” kullandırtan çok acaip gaflarıyla, ve  “ağlamak istiyorum, sayın seyirciler” nidasıyla iyice arabeskleşip, “vay anasını sayın seyirciler! 8. golü de yedik!” klasiğiyle zirve yapan mikrofon başındaki tuhaf duygu patlamalarıyla gündeme geldiler çoğu zaman. 
     Bugün radyodan maç dinlemek pek bir şey ifade etmiyor büyük bir çoğunluğa. Hatta, yayınların varlığından bile haberdar olmuyoruz çoğu zaman. Radyo ancak vardiyalı çalışanların ya da maç sırasında trafikte olan futbol meraklılarının başvurdukları bir araç oldu artık. İlgi bu denli azalınca, radyoda maç spikerliği yapmak saygınlığını ve değerini giderek kaybeden ve TV’de yer bulamayanlara son bir şans yaratan bir iş halini aldı maalesef. Gözden uzak olan, gönülden de ırak olurmuş; bırakın tarz ve performansları ile anılmayı, gaflarıyla bile gündeme gelecek popülerlikleri kalmadı radyo maç spikerlerinin. Ezcümle, bizi anılarımızla –ve “gölge etmeseler başka ihsan istemeyeceğimiz” işgüzar TV yorumcularıyla başbaşa bırakıp sessizce çekildiler futbol dünyasından.
E.Ülgen - 11Şubat 2017




[1] Sovyetler Birliği milli takımının o yıllardaki teknik direktörü Gavriil Dmitriyeviç Kaçalin
[2] Avrupa’da radyodan nakledilen ilk futbol maçı 22 Ocak 1927 tarihindeki Arsenal - Sheffield United karşılaşmasıdır.

Yazarın Önceki Yazıları

Futbol, Pas ve Dil -4 Şubat 2017 -
aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2017/02/yazarn-diger-yazlar-bir-panzerin.html

Bir “Panzer”in duygusal anları – Bastia Schweinsteiger’in milli takıma vedası -25 Eylül 2016-
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/09/bir-panzerin-duygusal-anlar-bastia.html?m=1

Jan Olde Riekerink- Bir Papatya Falı – 29 Mayıs 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/05/jan-olde-riekerink-bir-papatya-fal.html?m=1

Zafere Giden Yol – Bir Ergin Ataman Analizi- 28 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/zafere-giden-yol-bir-ergin-ataman_28.html?m=1

Müstesna Bir Kaptan- Cüneyt Tanman- O yancı olamaz!- 9 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/mustesna-bir-kaptan-cuneyt-tanman-o-bir.html?m=1

Kaleciler- Sahaların yalnız ve tedirgin panterleri – 9 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/kaleciler-sahalarn-yalnz-ve-tedirgin.html?m=1

Sabri “Reyiz”den vazgeçilemez- 8 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/sabri-reyizden-vazgecilemez.html?m=1

Taraftar ve futbolsever olmak- “açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan” – 8 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/taraftar-ve-futbolsever-olmak.html?m=1









4 Şubat 2017 Cumartesi

Futbol, Pas ve Dil

     Bu akşam Başakşehir’in Galatasaray’ı pek de zorlanmayarak 2-1 yenip kupadan elediği maçta topa sahip olma oranları, galip takım için %44, mağlup takım için ise %56 olarak açıklandı. Ayrıca, genel istatistiklere göre Galatasaray 2016-17 sezonunun ilk yarısında "mükemmel" pas yapıyor ve %62 ile topa sahip olma oranında lider; Riekerink bununla övünebilir ama etkili takım oyununu puan cetvelindeki konumuyla taçlandıran Başakşehir’in daha az pas yapıyor görünmesine ve bu istatistikte 10 puan daha düşük bir orana sahip olmasına ne demeli? Bu durum zihinleri karıştırıyor, pas ve topa sahip olma istatistiklerini topyekün tartışmaya açıyor. 
     Oyuncuların topu istemli bir şekilde birbirlerine aktarmaları olarak tanımlanan pas aslında pek zor bir futbol pratiği sayılmaz, zamanlamasını ve hızını doğru ayarlayabilen her oyuncu kolaylıkla paslaşma istatistiğini arttırabilir. Bunun için edinilmiş orta seviyede bir futbol tekniği yeterli olur çoğu zaman. Ancak, konu etkili (moda terimle kilit) pas tercihi olunca iş değişiyor biraz. Her pasın gol asisti olması beklenemez elbet, ama paslaşmanın anlam kazanabilmesi için rakip kaledeki bir tehlikeye hazırlık teşkil edecek planlı organizasyonun bir parçası olması gerekir. Bunun için tek başına teknik yeterli olmaz, oyun görüşünün ve zekasının yanı sıra, oyuncuların, teknik direktörün genel oyun stratejisi çerçevesinde çeşitli taktiksel manevralar geliştirmeleri de gerekiyor. 70'li ve 80'li yıllarda iki dönem Avusturya milli takımını çalıştırmış olan Sloven teknik direktör Branko Elsner(1929-2012), "Teknik, Taktik, Sistem" başlıklı makalesinde modern futbolun en önemli varyasyonunu, pas alabilmek üzere rakip savunma oyuncularının pasifleştirilmesi olarak açıklıyor. Elsner'e göre, futbol temelde, bir kaleden öbür kaleye kadar uzanan kişilerarası bir iletişim ağıdır ve bir takımın amacına (gole) ulaşabilmesi için rakibin iletişim ağının pasifleştirilip, kendi iletişim ağının en etkin şekilde aktifleştirilmesi gerekir. Bunun için, aynen Guardiola'nın takımlarına ezberlettiği pas oyununda olduğu gibi, her an yardımcı iletişim kanallarının hazır tutulması önem taşır. Oyuncular pozisyonlarına bağlı olarak ve önceden çalışılmış bir taktik disiplin içinde yatay ve dikey eksende sürekli yer değiştirerek ve boş alan yaratarak bunu başarabilirler. Sözün özü, sadece pası veren oyuncunun tekniği ve oyun zekası değil, pas alacak oyuncuların alan ve koridor yaratması da önemlidir, çünkü çağdaş futbol paslaşma kadar, belki ondan da değerli olarak, bir alan kazanma oyunudur. Başka bir deyişle, paslaşma ve alan kazanma bir arada olduğu zaman birbirlerinin görsel değerlerini arttırmakla kalmazlar, sonucu da değiştirirler çoğu zaman. Bu ikiliyi etkin olarak uygulayacak taktik disiplini geliştiremeyen teknik direktörlerin takımları ise yana ve geriye paslaşarak izleyicileri uyutma pahasına topa sahip olma istatistiklerini yükseltebilirler, o kadar! 
     Futbolu bir iletişim aracı olarak gören diğer bir tespit ise futbolun dışından bir isme, ünlü İtalyan film yönetmeni, senarist ve şair Pier Paolo Pasolini’ye (1922-1975) ait. Pasolini, futbol ile dil arasında doğrudan bir ilişki kuruyor ve bu ilişkiyi şöyle ifade ediyor: “Futbol işaretlerden oluşan bir sistemdir, yazılı olmasa bile sonuçta bir dildir futbol.”  Sıkı bir FC Bologna taraftarı olan Pasolini için oyuncular birer harftir. Bu harfler birbirleriyle paslaşarak kelimelere dönüşür ve maç boyu yazılıp duran kelimeler de cümleleri oluşturup maçın hikayesini yazar. Pasolini’nin dil analojisinden hareketle yazının başındaki Galatasaray ile Başakşehir'in topa sahip olma karşılaştırmasına geri dönüp soralım: hangisini tercih edersiniz, "çok kelimeyle"  rastgele karalamalar oluşturan bir takımı mı, yoksa "daha az lafla" güzel hikayeler yazmayı becerebilen diğerini mi?
E.Ülgen- 04.02.2017


Yazarın diğer yazıları:

Bir “Panzer”in duygusal anları – Bastia Schweinsteiger’in milli takıma vedası -25 Eylül 2016-
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/09/bir-panzerin-duygusal-anlar-bastia.html?m=1

Jan Olde Riekerink- Bir Papatya Falı – 29 Mayıs 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/05/jan-olde-riekerink-bir-papatya-fal.html?m=1

Zafere Giden Yol – Bir Ergin Ataman Analizi- 28 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/zafere-giden-yol-bir-ergin-ataman_28.html?m=1

Müstesna Bir Kaptan- Cüneyt Tanman- O yancı olamaz!- 9 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/mustesna-bir-kaptan-cuneyt-tanman-o-bir.html?m=1

Kaleciler- Sahaların yalnız ve tedirgin panterleri – 9 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/kaleciler-sahalarn-yalnz-ve-tedirgin.html?m=1

Sabri “Reyiz”den vazgeçilemez- 8 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/sabri-reyizden-vazgecilemez.html?m=1

Taraftar ve futbolsever olmak- “açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan” – 8 Nisan 2016
aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://futboltabirleri.blogspot.com.tr/2016/04/taraftar-ve-futbolsever-olmak.html?m=1